31 Ağustos 2011 Çarşamba

Favori vs Underdog (Sırbistan vs İtalya)



Kaliteli kadrosuyla turnuvanın favorilerinden olan Sırbistan, turnuvada sürpriz yapabilecek takımlardan olarak gördüğüm İtalya’yla karşılaştı. Maç 80-68 Sırbistan üstünlüğüyle sona erdi.

Maça oldukça kötü başlayan Sırbistan ilk çeyreği geride kapattı. İtalya özellikle pota altında ürettiği sayılarla üstünlüğü ele geçirdi. İtalya’nın aksine Sırbistan pota altını hiç verimli kullanamadı. Alıştığımızdan ters olarak hücumda topu hiç iyi paylaşamadılar ve top kayıpları yaptılar. Bu durum da Sırbistan’ın ritme girmesini engelledi.

İkinci çeyrekte ise ilk çeyreğin aksine oldukça hırslı ve etkili bir Sırbistan izledik. Hem hücumda hem de savunmada seviyeyi yükselttiler ve bunun devamında kısa sürede farkı erittiler. Teodosiç, Milan Macvan ve Tepiç takımı sürükledi ve sonucunda Sırbistan bir anda maçın kontrolünü eline aldı. Bu bölümlerde İtalya’ya faul aldırarak da rakiplerini sıkıntıya soktular. Bu serbest atışlarda da hiç kaçırmayarak farkı açtılar.

6 sayılık bir fakla devreyi kapan Sırbistan, üçüncü çeyreğe de çok hızlı başladı. Daha 3 dakikada 12-2 lik seri yapan Sırplar maçı koparma noktasına getirdiler. Bu bölümde hücumda topu çok iyi paylaşıp, sabırlı bir şekilde en doğru şutu buldular. Fakat İspanya maçında olan şey bu maçta da oldu ve fark 20’ye yaklaşınca Sırp takımı gevşedi. Bununla beraber zaten maçtan kopmayan İtalya baskılı savunma sayesinde çaldığı toplarla farkı kapattı. İtalyanların Nba triosu (Bargniani, Bellinelli ve Gallinari) bu bölümde takımını taşıdı. İtalya’nın yaptığı alan savunması da bu süreçte Sırbistan’ı bocalattı.

İyi başlayıp kötü bitirdikleri 3. çeyrekten sonra 4. çeyreğe de yine hızlı başlayan bir Sırbistan gördük. Son çeyrekteki top paylaşımı kalitesinin tekrar yükselmesinde uzunların (Macvan ve Kristiç) katkısı çok büyük oldu. Son çeyrekte de maçın kontrolünü eline alan Sırbistan farkı açtı ve maçı rahat bitirdi.

Genel bir değerlendirme yaparsak, Sırbistan zaman zaman oyundan kopsa da, konsantrasyonunu sağladığı dakikalarda oynadığı basketbol ile kalitesini gösterdi. Tepiç, Teodosiç ve Macvan takımın öne çıkan isimleri oldu. Savanoviç ise maç boyunca şut ritmini tutturamadı ve hücumda verimsiz kaldı. Sırbistan için en büyük soru işareti maç içinde yaşadıkları krizlerden geri dönüş yapamamaları oldu. İtalya karşısında çok büyük sorun teşkil etmese de önümüzdeki maçlarda bu hücum kitlenmeleri başlarına iş açabilir.

İtalya ise başlangıç için fena bir görüntü çizmedi. Hücumunu pota altında yoğunlaştırdığı dakikalarda oldukça etkili oldular. Hücumdaki ise en büyük sıkıntılarından biri inanılmaz düşük yüzdeyle kullandıkları üçlükler oldu. Maçın genelinde ise beklenildiği gibi Nba’deki oyuncuları Bellinelli, Gallinari ve Bargniani takımın dümenindeki isimler oldu

İspanyollar beklentiyi karşılayamadı



Yıldızlar karması diyebileceğimiz İspanya bugün Avrupa Basketbol Şampiyonası'nın ilk maçında Polonya'ya karşı sahne aldı. İspanya Lampe'siz Gortat'sız Polonya'ya karşı 83-78 le beklentiyi karşılayamayan bir galibiyet aldı. Maçı inceleyelim;

Öncelikle gözüme çarpan daha maç başlamadan basketbol kültürü olarak Avrupa'nın lideri olan Litvanya'da tribünlerin boş olmasıydı. İspanya maça pota altında Pau ve Marc Gasol kardeşlerle başladı. Maçın ilk çeyreğinde bu ikili kelimenin tam anlamıyla Polonya pota altını ezdi. Özellikle Pau Gasol'ü durduramadılar, durdurmayı geçin yavaşlatamadılar bile. Polonya'da ise hücumun lideri Kelati oldu. Bir tek Kelati'nin kendi yarattığı ve ya bitirdiği pozisyonlarla sayı bulabildiler. İspanya bu çeyrekte vitesi yükseltmeden rahat bir şekilde maçın kontrolünü ele aldı. Zaten İspanyolları yakından tanıyoruz. Bu tarz büyük turnuvaların ilk maçlarında kendilerini çok sıkmıyorlar.

İkinci çeyrekte ise sahaya oldukça "cıvık" bir İspanya çıktı. Bu çeyreğin başlarında Gasol kardeşler çıktı ve yerlerine Felipe Reyes'le Ibaka girdi. Bu değişiklik kısa bir sürede takımın gerek savunma gerekse hücum dengesini bozdu. Bu küçük çaplı krizin ardından İspanya'da takımın iplerini Navarro eline aldı ve tecrübesini göstererek takımını ayağa kaldırdı. Bu iki çeyrekte Polonya'nın savunmada en büyük sıkıntısı İspanyolları durduramadıkları için çok fazla faul yapmaları oldu. Hücumda ise çabaladılar denediler ama İspanya'nın baskılı savunması karşısında panikleyip saçma sapan hatalar yaptılar. Bu bölümde dikkat çeken şeylerden bazıları İbaka'nın post-up oynadığı zaman arkasındaki oyuncuya küçük bir çocuk muamelesi yapması, Ricky Rubio'nun hiç beklentileri karşılayamaması ve V.Sada'nın oynadığı kısa süreçte yaptığı katkı oldu.

İlk yarıda da ikinci yarının başında da, ne olursa olsun maçtan kopmayan, potansiyeli düşük de olsa mücadeleyi bırakmayan ve elinden gelen her şeyi yapan bir Polonya vardı. Bu durumun sonucu olarak ikinci yarının başında farkın açılmaması aksine az da olsa kapanmaya başlamasıyla daha da hırslanan bir Polonya gördük. Bu bölümlerde biraz daha becerikli olsalar İspanya'yı yakalayabilirlerdi.

Dördüncü çeyrekte ise fark bir ara 4 sayıya kadar indi. İspanyollar eminim ki bu süreçte ikinci çeyrekte maçı koparmadıkları için pişman olmuşlardır. Her ne kadar Polonya çok çabalasa da İspanya'yı yenecek şansı yakalayamadılar. İspanya'nın bu maçı Navarro ve Pau Gasol'le kazandığını söyleyebiliriz. Bu ikilinin çok iyi oyununun yanında çok fazla faul aldırıp, bu faulleri başarılı kullanmaları onlara galibiyetin yolunu açtı.

Ancak İspanya'nın eksikleri de ilk maçtan göze çarptı. Öncelikle 1 numaradan neredeyse hiç katkı alamıyorlar. Jose Calderon'un takımdan kopuk oyunu olsun, Rubio'nun kısıtlı hücumu olsun bu bölgeyi bir zaaf haline getiriyor. Rubio'nun artık kesinlikle şutunu geliştirmesi gerekiyor. Şut pozisyonlarında topu kaldıramayıp sürmeye çalışınca takımının da ritmine negatif etki ediyor. Ayrıca Rudy Fernandez'in ilk yarıda oyuna girdikten sonra bir daha oyuna alınmaması sakatlığının nüksetmiş olabileceğini düşündürüyor. Eğer ki tekrardan sakatlandıysa İspanya adına önemli bir kayıp olur. Zaten kısalardan yeteri kadar katkıyı alamayan İspanya için Rudy Fernandez'in benchten gelecek katkısı oldukça değerli.

Aman futbolda da dikkatli olalım.


Basketbol milli takımımız bugün sahne alırken, futbol milli takımımız da cuma günü Kazakistan'a karşı sahaya çıkacak. Kazakistan'dan sonra da haftaya salı günü Avusturya deplasmanına gideceğiz. Bu iki maç tabiri yerindeyse "ölüm kalım" maçları. Eğer Euro2012'ye gitmek istiyorsak önümüzdeki 4 maçın Almanya dışındaki 3'ünde galip gelmek zorundayız.

Türkler olarak milletçe tuhaf maçlarda tuhaf puan kayıpları yapmaya bayılıyoruz. Daha önce Estonya'ya bu sefer de Azerbaycan'a yaptığımız gibi. Yine bu kontenjanımızı kullandığımıza göre bundan sonraki maçlarda "beceriksizlik" yapma lüksümüz yok. Kazakistan maçı neyse de Avusturya maçı beni korkutuyor. Nedeni ise Avusturya kaynaklı değil. Bizim takımın şu anki durumuna hiç güvenemiyorum. Artık şu oyuncu kadroya niye alındı şu oyuncu neden yok tartışması yapmamak lazım, çünkü belli ki Hiddink'in takımı böyle olacak. Kafasında kurduğu takım ve kadro bu ki, bunu değiştirmiyor. Ancak bu sefer şöyle bir şanssızlığımız var; takımımızın en iyi ve efektif oyuncularından ikisi (Hamit ve Nuri) sakatlıkları nedeniyle kadroda yok. Estonya karşısında da oynamamışlardı ama Kazım'ın kendi becerisiyle attığı iki gol sayesinde maçı rahat kopardık. Avusturya ise Estonya'dan daha iyi bir ekip ve onlarla deplasmanda oynayacağız. İster istemez içimizde bir kuşku uyanıyor.

Orta sahamızın hem yaratıcı hem de yetenekli iki oyuncumuzun olmayışı takım olarak oyun kurma kapasitemizi de düşürüyor. Böyle bir kadro yapısında kesinlikle Selçuk İnan ve Emre Belözoğlu'nun daha çok sorumluluk alıp takımı yönetmeleri gerekiyor. Millilerimizin esas sorunu ise ileri uçta. Forvette kullanmak için elimizde Burak Yılmaz, Cenk Tosun, Kazım ve Umut var. Bu bölgede inanılmaz yetersiziz. Kazım ve Burak zaten bana kalırsa santrfor değil kanat (iç forvet) oyuncuları. Eğer yine diğer maçlardaki kadroyla sahaya çıkarsak 3'lü forvet hattımız Burak-Kazım-Arda'dan oluşacak. Yine oyuncularımızın kişisel becerileriyle bir şeyler üretmesine ihtiyacımız olacak.

Kazakistan maçını öyle ve ya böyle kazanırız. Daha sonra ise Avusturya'ya karşı sahaya çıkan 11 oyuncumuzun hepsinin müthiş bir eforla mücadele etmesi gerekiyor. Malum teknik kapasitemiz düşünce mücadele ve fizik gücümüzü arttırmamız gerekiyor.

Bir de işin şüphe uyandıran diğer bir kısmı liglerimizin geç başlamasıyla ilgili. Oyuncularımızın fiziksel olarak yeterli düzeye gelip gelmediğini bilmiyoruz. Özellikle Fenerbahçe'li oyuncularda motivasyon düşüklüğü ve moral bozukluğu olabilir ki bu oyuncuların iyi oynamasına çok ihtiyacımız var. Aman bu maçlara dikkat edelim de bir kez daha kötü sürprizlerle karşılaşmayalım.

30 Ağustos 2011 Salı

Avrupa Basketbol Şampiyonası başlıyor!


Merakla beklediğimiz turnuva sonunda yarın başlıyor. Takımımızı aşağı yukarı 1 aydır izliyoruz, yorum yapıyoruz. Artık bütün bu hazırlık döneminin bir noktaya varıp varmadığını görme zamanımız geldi. Öncelikle tabi ki son dünya 2.si apoletiyle geldiğimiz için bu turnuvada hedeflerimiz büyük. Ancak unutmayalım ve gaza gelmeyelim ki bu takım da sürekli olarak final oynayabilecek düzeyde değil. Bu turnuvada da hedefimiz yarı final olmalı. Amaç yarı final olmalı ama alt düzey olarak da çeyrek finali görmeliyiz. Çeyrek finalde elenirsek çok fazla üzülmem ama çeyrek finalin altı net başarısızlık olacak.Grubumuzu kısaca hatırlatalım;

İspanya, Polonya, Türkiye, Portekiz, Litvanya, Büyük Britanya.

Tabi ki bizim grubun da turnuvanın da en büyük favorisi İspanya. Ibaka’yı Marc ve Pau Gasol’ü dahil ettiği kadrosuyla korku salan bir takım. Normal olanı Litvanya ile 2. lik için çekişmemiz olacak. Litvanya da bildiğimiz ve alıştığımız oyun karakterini yine ortaya koyacaktır. Millilerimizin şu anki görüntüsünün Litvanya’ya karşı işinin çok zor olduğunu düşünüyorum. Bu kadar kötü hücum ederken belli standardın üzerindeki takımlara karşı skor üretmek çok zor olacak. Litvanya’da şahsen benim özellikle dikkat edeceğim oyuncular takımın genç yıldızları olacak. Valanciunas, Motiejunas ve Gecevicius. Valanciunas’ın nba draftında bu sene 5. sıradan, Motiejunas’ın 20. sıradan seçildiğini de hatırlatalım.

Turnuvanın diğer ağır toplarında ise kesinlikle Fransa, Sırbistan ve Yunanistan başı çekiyor. Eh, bu takımlar da zaten hepimizin aşina olduğu, neredeyse her sene o ya da bu şekilde oynadığımız takımlar. Tony Parker ve Joakim Noah’lı Fransa, Teodosiç’li Sırbistan ve Spanoulis’li Yunanistan da İspanya ile beraber şampiyonluğun önemli adayları. Özellikle yıllardır çok atlet ama bir o kadar savruk olan Fransız takımını bu sene çok merak ediyorum. Parker’ın dümene geçtiği nba oyuncularıyla süslü bir Fransa’yı izlemek çok keyif verebilir. Bu takımın başarısının tek bir kıstası olacak, o da Parker’ın takımı ne kadar iyi yöneteceği. Sırbistan ise yine Teodosiç önderliğinde yetenekli uzun ve kısaların harmanıyla başarılı olmaya çalışacak. Fransa’nın aksine Sırbistan’ın yıldızları Avrupa basketbolunun öne çıkan isimlerinden oluşuyor. Teodosiç, Savanoviç, Velickoviç, Macvan, Tepic hepsi önemli ve başarılı “Avrupa basketbolcuları”. Yunanistan’da da durum farklı değil. Geçtiğimiz senelerde alıştığımız Yunan takımı bu turnuvada da yoluna devam edecek.

Turnuvanın sürpriz yapabilecek takımın ise bence İtalya. Gayet iyi bir hazırlık dönemi geçiren İtalya turnuvaya hazır geliyor. Kadrosunda NBA’de oynayan Belinelli, Gallinari ve Bargniani’yi de barındıran İtalya; beklenmedik maçlarda beklenmedik sürprizler yaşatabilir. Gösterecekleri performansı merakla bekliyorum.

Konusu açılmadığı için yukarıda bahsedemedim ama Rusya’yı da es geçmemek lazım. Takıma katılan Kirilenko’nun süper katkı vereceğini düşünüyorum. Kirilenko ile birlikte bir sınıf yukarıya çıkan bir takım Rusya. Ponkrashov, Khryapa ve Mozgov da Kirilenko’yu destekleyen diğer önemli parçalar olacak. Rusya büyük ihtimal D grubunu lider olarak bitirecek ve çeyrek finale kalacaktır. Ondan sonrası ise çok çekişmeli maçlara gebe.

Aşağı yukarı 2 hafta sürecek olan basketbol heyecanımız yarın başlıyor. Umudumuz millilerimizin hazırlık döneminden çok daha üstün bir performans sergilemesi ve geçen sene yaşattığı mutluluğu tekrar yaşatması yönünde.

Andre Santos Arsenal'de


Fenerbahçe’nin çok tartışılan, kimisi tarafından beğenilen kimisi tarafından yerin dibine sokulan sol beki Andre Santos; 7m euro karşılığında Arsenal’e transfer oldu. Arsenal’in bu elinde kalan sınırlı sayıdaki transfer gününde birkaç hamle yapması zorunluydu. Bu transfer atağına da Andre Santos’u alarak başladılar. Gael Clichy’nin Manchester City’e transferinin ardından sol beke ilk düşündükleri isim Birmingham’dan Scott Dann’di. Demek ki o olmayınca başka alternatiflere yönelmişler.

Peki, Andre Santos doğru bir transfer mi? Şu anki Arsenal kadrosunu düşünecek olursak Andre Santos gibi bir hücumcu sol beke ihtiyaçları olduğunu görüyoruz. Bu açıdan kağıt üzerinde doğru bir transfer. Dünyada’da sol bek kıtlığı olan bir dönemde olduğumuz için Santos tercihi yanlış değil. Ancak bu transferin bir işe yaraması için devamının da gelmesi gerekiyor. Chelsea’den Benayoun’u da istedikleri konuşuluyor ama gayet yetersiz bir transfer olur bana göre. Liverpool’da başarılı olamayan, Chelsea’de başarılı olamayan, son yıllarda sakatlıklardan çok çekmiş ve fiziksel olarak çok zayıf olan Benayoun; Arsenal’in aradığı adam değil.

Fenerbahçe cephesinden bakarsak ise, Santos ayrılmasını beklediğimiz bir isimdi. 7m euro gibi iyi bir bonservis bedeli de gayet yeterli. Bir de futbolcunun senelik alacağı 2.5m euroluk yükten kurtulunmuş oldu. Andre Santos’tan sonra şimdi gözler Niang ve Dia’nın üzerinde. Santos ve Lugano neyse de, Niang’ın satılması bence hata olur. Çok beğendiğim çok kaliteli bir santrfor. Ancak onun da maaşının yüksek olmasından dolayı topun ağzında olduğunu belirtiyorlar. Yine de bence santrforda bir tek Semih ile kalmak hata olur. Fenerbahçe’nin büyük korkusunun ligler başladıktan sonra küme düşme kararının çıkması. Bu transferlerin de bu olası duruma hazırlık olarak yapıldığını düşünüyorum. Yoksa sırf Şampiyonlar Ligi’ne katılınmıyor diye bütün oyuncuları satmanın mantığı yok. Fenerbahçe’nin önceden Şampiyonlar Ligi’ne özel olarak yaptığı bir yatırımın olmaması da (şampiyonlar ligi için özel transferler) bu kadar kişiyi satmayı gereksiz kılıyor.

Arsenal’e dönecek olursak. Caner Eler’in yazdığına göre Gary Cahill, Chelsea’den Alex ve Goetze de Arsenal’in transfer listesinde. Bu isimlerin Arsenal’in aradığı isimler olup olmadığı soru işareti. Bana kalırsa acil olarak orta sahaya lider bir oyuncuya ihtiyaç var. Neyse tekrardan bu konuya girmeyelim, bakalım bekleyelim.

Barcelona'dan alıştığımız 5-0'lık tarife


Hala “La Liga’dan çok keyif alıyorum” diyen varsa ben ona saygı duyuyorum. Artık rekabet açısından İskoçya Ligi’nden farklı olmayan bir lig La Liga. Tahmin ettiğimiz gibi ilk haftadan Real Madrid ve Barcelona yine 30’ar puan fark atarak sezonu 1. ve 2. olarak bitireceklerini gösterdiler . Real’in 6 gollü galibiyetinden sonra Barça da bu akşam 5-0 ile Villareal’i geçti.

Artık Barcelona’nın oyun yapısından falan bahsetmeye gerek yok. Ancak bugün enteresan bir durum vardı. Guardiola 3-4-3 sistemini denedi. İlk 11’lerde Mascherano, Keita ve Busquets’in beraber oynadığını görünce şaşırdım ama zaten iki tanesi defansta görev aldı. Guardiola Pique ve Puyol’un yokluğunda değişik bir sistem denemiş oldu. 3-4-3’ün efsane futbol ismi Johann Cruyf’un sistemi olduğunu da hatırlatalım. Barça Cruyf’un başında olduğu takımdan sonra şimdi tekrar belki de 3-4-3 ‘e dönüyor. İlk 20 dakikada biraz tutuk görünen Barcelona daha sonra kendini bulup, vitesi yükseltip, maçı sonuna kadar domine etti.


Fabregas’ı da Barça formasıyla La Liga’da ilk kez izlemiş olduk. Fabregas’ın ne kadar kaliteli bir futbolcu olduğunu sadece bugün attığı golle bile görebiliriz. Natürel bir orta saha olan Fabregas’ın golden önce kaliteli bir forvet ayarında yaptığı koşu dikkat çekici. Bugün kendisini forvetin hemen arkasında izlememizin de etkisiyle çoğu pozisyonda rakip kaleye en yakın oyuncu olarak gördük. Barcelona’ya önümüzdeki yıllarda çok ama çok şey katacaktır. Bir diğer yeni transfer Alexis Sanchez de bugün La Liga’daki ilk golünü kaydetti. Alexis ile ilgili düşüncem kendisinin durdurulması çok zor ve müthiş yetenekli bir futbolcu olduğu yönünde. Ancak kendisinin Barcelona’nın oyuncusu olduğunu düşünmüyorum. Tabi ki katkı verecektir ve goller atacaktır ama kendisini Ibrahimoviç’in transferine benzetiyorum. Ibrahimoviç de Barcelona’da 46 maçta 22 gol 13 asist yaptı, kupalar kaldırdı ama kesinlikle Barça’nın oyuncusu değildi. Alexis Barça’nın oyun yapısına Ibrahimoviç kadar ters olmasa da en azından yatkın bir oyuncu değil. Oyun yapısı itibariyle alıp giden sağ kanadı delen bir oyuncu. Örneğin bugün de golünü atmasına ve iyi oynamasına rağmen birkaç pozisyonda Messi’nin ve ya Fabregas’ın defans arkasına kaçtığı anlarda o pası çıkartamadı. Tabi ki Barcelona’nın oyun kimliğine adapte olur ve o oyuna alışırsa işler değişir ve muazzam işler yapabilir. Yeteneği buna müsait.


U21 Dünya Kupasında izlediğim ve hayran kaldığım Thiago Alcantara da bugün ilk 11’de oynadı. Golünü ve asistini de hanesine yazdırmayı başardı. Alcantara’nın da gol vuruşuna dikkat çekmek istiyorum. 20 yaşında bu kadar soğukkanlı ve çok kaliteli bir şekilde topu ağlara yollamasını biliyor. U21 turnuvasında da buna benzer goller atarak zaten kalitesini belli etmişti. Bu yönüyle bana Fabregas’ı andırıyor. Thiago da Fabregas gibi orta sahanın ortasında oynamasına rağmen hücuma çok iyi katkı veriyor. Artık klasikleşen “oyunun iki yönünü oynayabilen orta saha” kalıbına girmeye çalışıyor ve bence önümüzdeki yıllarda çok daha iyi olacak. Dünya futbolunun bir sonraki orta saha yıldızı olmaya aday.

Barcelona’nın ilk maçıyla ilgili gözüme çarpan noktalar bunlardı. Yine neredeyse %70 topla oynayarak güle oynaya galibiyete ulaştılar. Yani nasıl bıraktıysak öyleler. Üstüne bir de Alexis, Thiago ve Fabregas gibi yeni yıldızlarıyla kadrolarını genişletmiş durumdalar. Kupalarla dolu bir sezon daha onları bekliyor gibi görünüyor.

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Tottenham-Man.City değerlendirmesi


Dün Tottenham-Man.City maçını seyrettim. Öncelikle söylemeliyim ki müthiş bir maçtı. Özellikle City oynadığı bu futbolu sezonun geneline yayarsa, şehrin diğer takımı olan, ezeli rakibi ManU’yla birlikte şampiyonluğun net favorisi. Ölümcül bir forvet hattına sahipler. Santrfor’da Dzeko inanılmaz formda ve uyum sürecini artık anlatmış İngiltere’deki futbola ayak uydurmuş. Arkalarında ise her zamanki efektifliğinde David Silva, bir yeni transfer Kun Agüero da uyum sürecini çok çabuk atlatıp, takıma hemen adapte olmuş. Son transfer ise Arsenal’de geçtiğimiz sezon yalnızca 1 asist yapan ( o da Man.City’e ), sezon başında City’e transfer olmak istediğini söyleyen ve sonunda muradına eren Samir Nasri. Forvet hattı için yedeklerde ise her ne kadar sorunlu bir kişilik olsalar dahi yeteneklerinden hiçbir zaman şüphe duymayacağımız Tevez ve Balotelli var. Her pozisyonda 2’şer alternatifleri var ve fiziksel olarak çok güçlü ve çoğu rakiplerinden üstünler. Dün maça başlayan forvet hattındaki 4’lü bu sezon ilk defa bir arada oynadılar ve müthiş bir performans sergilediler. (bunda tottenham menejeri Harry Redknapp’in de maça başladığı 11’in de etkisi büyüktü). Dzeko bir santfor da olması gereken bütün yetenekleri teker teker gösterdi bu maçta attığı gollerle. Sağ ayağıyla, Sol ayağıyla, Kafayla. Tam 4 gol attı tottenham kalesine. Agüero da kendi istatistiklerine, kendi yeteneklerini sergilercesine bir gol ekledi. Şu an için her şey güzel gidiyor gibi gözüküyor ama benim kendi kafamdaki tek sıkıntıysa şu; olası bir 2-3 maçlık puan kaybı serisinden sonra teknik direktör Mancini’nin bu dönemi atlatma becerisi. Ama City’nin şu güne kadar oynadığı futbolla bunun gerçekleşmesinin çok zor bir ihtimal olduğunu düşünüyorum.

Totenham ise sezona hiç te istediği gibi başlayamadı. İlk hafta Everton’la oynayacakları maç Londra’da çıkan isyan’dan dolayı ertelenmişti. Ama oynadıkları 2 maçtan da puan alamadılar. Özellikle City maçında resmen döküldüler. Yukarıda da bahsettiğim gibi Harry Redknapp maça defansif yönü güçlü olan bir orta saha oyuncusu olmadan başlayarak adeta City forvet hattının ekmeğine yağ sürdü diyebiliriz. Orta sahanın ortasında Modric, Kranjcar, kanatlarda Bale ve Lennon ileride ise Van der Vaart ve Crouch ile çıktılar sahaya. En azından orta sahada Huddlestone gibi çok beğendiğim ve çok güçlü bir oyuncu olsa işler daha farklı olabilirdi. Sezon başından beri transferi yılan hikayesine dönüşen Modric’in kafasının karmakarışık olduğu bu maçta tekrar ortaya çıktı. Bu meselenin bir an önce hallolması lazım çünkü takıma yarardan çok zarar veriyor. Zaten bu durumdan bazı Tottenham taraftarları da memnun değil ki Modric oyundan çıkarken yuhaladılar. Bir oyuncu bu şekilde takımına katkı veremiyorsa satmak çok daha mantıklı. Çünkü totenham her ne kadar geçen sezon çok parlak performanslar sergilese de bu sezon a daha ciddi takviyeler yaparak başlaması gerekirdi diye düşünüyorum. Özellikle Crouch forvette çok yetersiz, ama bu bölgeye Adebayor gibi çok önemli ve yetenkli Crouch’tan çok daha faydalı olacağı kesin aynı zamanda biraz da sorunlu. Eğer ki Modric’i satmayı düşünürlerse oradan gelecek parayla stoper mevkiine de takviye yaparlarsa tottenham çok daha sağlam bir takım olacağını düşünüyorum.

Uzun lafın kısası ManU ve Man.City bu sezon gerçekten göze çok hoş gelen ve pozitif bir futbol oynuyorlar ve şampiyonluğun net favorileri onlar. Bunu da bu hafta iki Manchester ekibinin Kuzey Londra takımlarına 13 gol atmasından anlayabilriz sanırım.

28 Ağustos 2011 Pazar

Tarihi hezimet: Manchester 8 – 2 Arsenal


Maç hakkında, saha içinde olanlarla ilgili olarak çok detaylı yorum yapmaya gerek olduğunu düşünmüyorum. Arsenal’in zaten iyi yolda olmadığını, onlar adına işlerin iyi gitmediğini görebiliyorduk. Aksine Manchester ise haftalardır çatır çatır top oynuyordu. Bu ikilinin karşılaşması Arsenal adına acılı oldu.

Manchester’ın kazanması zaten banko gibi bir şeydi ama 8-2 mi?! Yok artık. Ayıp olmazsa “oha” demek istiyorum. Öncelikle iyi taraftan başlayalım. Manchester United tabiri caizse “taş gibi” bir takım. Kim giderse gitsin kim gelirse gelsin adamlar neredeyse her sene çok iyi futbol oynuyor. Bu sene de makine gibiler. Kim nerede ne zaman ne yapacak sanki her şey daha önceden belliymiş gibi oynuyorlar. Kim ayağına topu alırsa alsın önündeki oyuncunun ne yapacağını biliyor. (Bu Nani için geçerli olmayabilir, malum bazen ne yapacağını kimse tahmin edemiyor.) Zaten bu muhteşem sistemleri sayesinde her sene olduğu gibi bu sene de şampiyonluğun en büyük adayı Manchester.

Tek tek atılan golleri, yapılan hataları irdelemeye gerek yok. Malum bu işe girmeye çalışsak içinden çıkamayız ama şöyle de bir şey var ki Ashley Young’ın attığı iki gol de muazzamdı. Özellikle de ilk golü ayırmak lazım. Zaten Manchester’a geldiğinden beri iyi top oynayan Ashley Young’ın bu maçla beraber patladığını söyleyebiliriz. Oyuncuları birbirlerinden ayırarak yorum yapmak da istemiyorum çünkü hepsi beraber süper bir şey ortaya çıkarıyorlar.

Arsenal için ise üzülüyorum. Fabregas ve Samir Nasri gibi takımının en iyi iki oyuncusu gitmek istiyorken (hatta gidecekleri belliyken) bu oyuncular için 2’şer tane alternatif ayarlamamak bence ihanettir. Tamam, Mata’nın transferi için uğraşıldı ama Mata’nın yedeği kimdi? Böyle bir kriz anında her transfer hedefinin 1-2 tane alternatifi olması lazım. Biri olmazsa diğer alternatifin hemen bitirilmesi lazım. Bu durumun genç oyuncuları oynatmakla da ilgisi olmadığını bugün net bir şekilde gördük. ManU da genç oyuncuları kullanıyor ancak bu şekilde değil.

Kesinlikle Arsene Wenger’in hakkını yemek istemem. 15 yıldır Arsenal’e çok şey kattı. Ancak bence bu maçtan sonra istifasını sunması gerekir. Arsenal yönetimi kabul eder ve ya etmez fakat en büyük rakiplerinizden birinden 8 gol yiyorsanız, bu rezilliktir. İstifa’sı kabul edilmezse de güvenoyu almış olur ve takımını düzlüğe çıkartmanın yollarını arar. Fabregas’ın gidişinden beri belli olan tek bir şey var; bu takımın bir lidere ihtiyacı var. Bu takım Fabregas gittiğinden beri orta sahada hiçbir şey üretemiyor. Şimdi Nasri de gittikten sonra durum Premier League’de tepelere oynamak isteyen bir takım için hiç iç açıcı değil. Kesinlikle birkaç hafta sonra Arsenal şimdi oynadığından daha iyi bir seviyeye gelecektir. Ancak bu eldeki kadroyla ne seviyeye kadar çıkabilir meçhul. Transfer döneminin son haftasına girdik, bu saatten sonra hangi fark yaratabilecek oyuncuyu ikna edebilecekler izleyeceğiz.

Athletico Madrid ve Arda Turan’dan sezon açılışı


La Liga heyecanı dün akşamki maçlarla başladı. Ben de bu heyecana ve eğlenceye biraz önce oynanıp biten Athletico Madrid – Osasuna maçı ile dahil oldum. Keyifli geçen maç 0-0 beraberlikle sonuçlandı. Öncelikle La Liga’da bir öğlen maçı olması nedeniyle biraz yadırgadım. Söylenilene göre bu sene İspanya’da da diğer bazı liglerde olduğu gibi bu tarz öğle maçlarına daha çok tanık olacağız.

Maça gelecek olursak. Öncelikle maça başlayan Athletico Madrid takımının en önemli iki transferinden yoksun olduğunu söyleyelim. Arda 55. dakikada oyuna girdi, Falcao ise evraklarının yetişmemesi nedeniyle bugün forma giyemedi. Bu da Athletico’nun hücum gücünü oldukça azaltmış. İlk yarıda beğendiğim isim Eduardo Salvio oldu. 21 yaşındaki genç Arjantinli oldukça hareketliydi ve bu sene enerjisiyle Madrid’e güç katacak gibi duruyor.

Genel olarak Athletico’ya bakarsak daha hazır olmadıklarını söyleyebiliriz. Özellikle ilk yarıda kopuk bir Madrid vardı sahada. Her ne kadar ikinci yarı daha iyi bir görüntü çizseler de şu an için yeterli düzeyde değiller. Sağ bekteki yeni transfer Silvio’yu hiç beğenmedim. Yaptığı top kayıplarıyla bazı bölümlerde takımın ritmini bozdu. Ancak yeni transfer olması dolayısıyla biraz tolerans göstermek ve zaman vermek gerekiyor.

Bir paragraf da Athletico Madrid’in Chelsea’den aldığı genç kaleci Thibaut Courtois için açmak gerekiyor. Chelsea’den kiralık olarak Madrid’e gelen 19 yaşındaki kaleci bence çok potansiyelli bir oyuncu. Bugün ilk defa izledim ve açıkçası hayran kaldım. 19 yaşında olmasına rağmen kendinden emin ve güven veren duruşu bizim 30 yaşına gelmiş kalecilerimizde bile görmediğimiz tarzdaydı. 1.94 lük uzun boyunu çok iyi kullanıyor ve yan toplarda hata yapmıyor. Onun bölgesine gelen hiçbir hava topu pozisyonunda rakibe imkan vermedi. Yazın başında David De Gea’yı Manchester United’a satan Athletico Madrid bu oyuncunun üzerinde durup bonservisini de alırsa muhtemelen yine birkaç yıl için kalesini kapatır.

Madrid maç boyunca Forlan’ı ve Agüero’yu aradı. Agüero bu maçta oynamış olsa %99 kazanırlardı. Çünkü gerekli pozisyonları yakaladılar ve değerlendiremediler. Tabi ki Radamel Falcao da oynamış olsa bunları bu pozisyonları ıskalamazdı. Genel olarak Falcao’nun Agüero aratmayacağını düşünüyorum. Oyun tarzları farklı oyuncular da olsa, şu anki yapısıyla Athletico bir şekilde pozisyon yaratmayı başarıyor. Zaten Falcao’nun ihtiyacı olan şey de pozisyon yaratılması. Gol becerisiyle bu sene Madrid’e çok şey katacağını düşünüyorum. Forlan’ın da çok çok büyük bir ihtimalle takımdan ayrılacağını düşünecek olursak Falcao’nun bu katkıyı vermesi de lazım. Yoksa durum kötü olur.

Savunma hattında ise sıkıntı yaşanıyor. Athletico’nun bekleri Filipe ve Silvio genellikle hücumu düşünen bekler. Konsantrasyonunun büyük kısmını buna ayırınca savunmada amatörce hatalar yapabiliyorlar. Osasuna ile oynarken belki mağlubiyete sebep olmadı ama ileriki maçlar için şüphe uyandırdı.

Arda’ya gelecek olursak. Öncelikle 55. dakikada Arda oyuna girerken Athletico Madrid tribünlerinin ona tezahürat yapması, ayağına topu ilk aldığı onda alkış tutmaları ve destek olmaları bir Galatasaray’lı olarak beni çok duygulandırdı. Çünkü Arda’yı 17 yaşından beri takip ediyoruz ve artık millet olarak o “bizim çocuk”. Babası Fenerbahçe’nin ilk futbolcularından olan fanatik Fenerbahçe’li babaannem bile “Galatasaray tarihinden bir tek bu çocuğu seviyorum” diyorsa gerçekten de “bizim çocuk” olmayı başarmış demektir. Arda bugün serbest oyuncu olarak oynadı. Forvet arkasında oynadı ama sağa kanat ve ya sol kanatta da gördük. Arda’nın genellikle bu rolde oynayacağını tahmin edebiliriz. Orta sahanın önünde ve forvetin arkasındaki yaratıcı oyuncu olacak. Bakalım “bizim çocuk” bu Madrid’deki bu görevini kaldırabilecek mi.

26 Ağustos 2011 Cuma

Beşiktaş ve Trabzonspor’un Avrupa grupları

Öncelikle şöyle bir şey var ki, Romanya’nın 4 takımla (1 Şampiyonlar ligi, 3 Avrupa ligi) yer aldığı Avrupa kupalarında 2 takımla devam ediyor olmamız, bütün ülke olarak tek kelimeyle utancımızdır. Slovakya’nın bile Avrupa kupalarında 2 takımla devam ettiğini söylemem herhalde bu rezilliğin kanıtı olur. Kulüp bazında özellikle son 2-3 senedir büyük bir çöküşe girdik ve artık hatalarımızdan ders alma zamanı geldi de geçiyor bile. Artık kendimizi toplayıp doğru yönetilmemiz gerekiyor. Çünkü her şeyin başı bu, doğru yönetilmiyoruz. Eğer önümüzdeki 1-2 sene de bu şekilde Avrupa’da fiyasko sonuçlar alırsak büyük ihtimalle Şampiyonlar Ligi’ne giden takımımız bile kalmayacak (ön eleme oynanma ihtimali). Neyse bu kısa girişten sonra Beşiktaş ve Trabzon’un dün ve bugün çekilen gruplarına bir göz atalım.

Şampiyonlar Ligi’ndeki temsilcimiz Trabzonspor’un grubu; Inter – CSKA Moskova ve Lille. Kabul edelim ki Trabzonspor’un çekebileceği en iyi kuralardan biri. Öncelikle 1. Torbadan gelecek olan takım kim olursa olsun büyük ihtimalle içerde de dışarıda da 3 puanı alacak. O yüzden bizim için 2. ve 3. torbalar önemliydi. Her ne kadar Rus takımları her zaman bize ters gelse de 2. Torba’dan CSKA’yı çekmek bence gayet güzel. Hatta tartışılabilir ama bence 2. Torbadan gelebilecek en kolay rakibi kaptık. Peki, CSKA ile çok güç farkımız var mı? Evet, bunu da kabul edelim ki var. Trabzon’un en önemli 3-4 oyuncusunu kaybetmesinin takımı en azından şimdilik nasıl etkilediğini de geçtiğimiz maçlarda gördük. Ancak Trabzonspor’un 2-3 transfer daha yapacağını düşünecek olursak, özellikle içeride baş edemeyeceğimiz bir rakip de değil. 3. Torbadan ise Lille geldi. Lille benim düşünceme göre “bir futbol takımı nasıl doğru yönetilir ve başarılı olur” konusunda üzerine tez yazılabilecek bir takım. 5 sene önce belki de hiç birimiz Lille’i bilmiyorduk bilsek de takip etmiyorduk ama şu anda hepimiz yakından tanıyoruz. Gervinho – Hazard – Moussa Sow üçlüsüyle müthiş bir hücum hattı kuran Lille geçtiğimiz yıllarda diğer bir temsilcimiz Fenerbahçe’yi elemeyi başarmıştı. Ancak Lille’de de bu sene önemli bir kan kaybı oldu. Gervinho ve Cabaye gibi çok önemli iki ismin başını çektiği 4-5 oyuncu ile yollarını ayırdılar. Gervinho’nun yerine Saint Ettien’den sağ açık Dimitri Payet transfer edildi ancak bana kalırsa geçtiğimiz sezonki güçlerini yakalamış değiller. Yine takviye yapılmış bir Trabzon’un içeride Lille’in altında kalmayacağını düşünüyorum. Her ne kadar güzel bir grup çekmiş de olsak Trabzonspor’un işi çok zor olacak. Bursaspor gibi olacağını düşünmüyorum ama bu gruptan çıkmak da bana kalırsa mucize olur. Hedef 3.lük olmalı ki bu bile zor. Çünkü sadece kağıt üzerinde bakmamamız lazım, CSKA da Lille de her sene buraları oynayan ve üst düzey futbola alışık takımlar. Trabzonspor’un bu konudaki zaafları önemli bir sorun olarak karşımıza çıkacaktır.

Avrupa Ligi’nde Beşiktaş’ın rakipleri ise; Dinamo Kiev – Stoke City ve Maccabi Tel-Aviv. Trabzonspor’un tersine Beşiktaş oldukça (tabiri caizse) “pis” bir kura çekti. Öncelikle Dinamo Kiev ve diğer Ukrayna-Rusya takımları zaten sanırım Beşiktaş’ın baş düşmanları. Türk takımları olarak da illa ki her sene bir Rus ve ya Ukrayna takımıyla eşleşiyoruz ne hikmetse. Dinamo Kiev’i hepimiz tanıyoruz fiziksel olarak çok güçlü olan ve ihtiyacı olan golü bir şekilde bulan bir takım. Rusya deplasmanı bizim için yine kabus gibi olacaktır. Ancak grubu esas zorlaştıran ise 3. ve 4. torbadan gelen rakipler. Stoke City’yi Beşiktaş’lı olsam hiç mi hiç istemezdim. Bu Premier League takımlarının böyle bir durumu var. Stoke City gibi orta sıra takımlar Avrupa kupalarına ender katıldıkları için Avrupa puanları çok düşük oluyor. Bu nedenle de böyle 3. ve ya 4. torbadan giriyorlar. Ancak hiç de 3. torbadan geldi diye küçümsenecek bir takım değil Stoke City. Bu sezon Stoke’u 1-2 kez izleme fırsatı buldum ve fiziksel olarak (doğal olarak bir İngiliz takımı) çok iyi ve dinç bir durumdalar. Şahsi düşüncem Türkiye liginde oynuyor olsalar ilk 3’e oynarlar. Beşiktaş’a özellikle deplasmanda zorluk çıkartabilecek bir ekip. İnönü’de ise kesinlikle yenmemiz lazım. Stoke’a İstanbul’da verilecek bir puan çok büyük bir dezavantaj yaratacaktır. Ancak kendimizi de küçümsemeyelim Simao’lu Quaresma’lı Fernandes’li Beşiktaş da zaten içeride kolay kolay puan kaybetmeyecektir. Son rakip ise Maccabi Tel-Aviv. Açıkçası 4. torbadan Maccabi’yi de istemezdim. Kalite olarak tabi ki yakınımıza bile yaklaşacak durumda değiller, ancak İsrail deplasmanları da her zaman zor geçer. Beşiktaş’ın içeride ve dışarıda Maccabi’yi yenerek 6 puanı alması kendisini rahatlatacaktır. Türk takımları olarak beklenmedik maçlarda puan kaybetmekte üstümüze yoktur. Bu yüzden Beşiktaş bu sıkıntılı grupta gereksiz puan kayıpları yaşamamalı ve her maçı büyük bir ciddiyet ve disiplinle oynamalı.

Fenerbahçe düşürülürse sportif olarak ne yapmalı?


Futbol tarihimizin kaos içinde ve benzeri görülmemiş şu günlerini yaşadığımız dönemde artık neyin nasıl olacağını tahmin etmek çok zor. Keza biz de zaten şu takım niye aklanmadı bu takım niye ceza almadı şeklinde yorum yapmıyoruz. Çünkü artık her şey birbirine geçmiş ve karmakarışık durumda. Bu durumda TFF’nin etkisinin büyük olduğunu düşünüyorum o başka. Eğer ki 1 ay süre istedikten sonra çıkıp kendi duruşlarını kendileri belirleyip sağlam bir tavır sergileselerdi her şey bu kadar karışmazdı. Neyse bunu bir kenara bırakıp gelecek sene Bank Asya liginde mücadele etmek için başvuran Fenerbahçe’nin sportif olarak ne yapması gerektiği konuşalım.

Öncelikle Fenerbahçe’nin fazla para alan yaşlı sayılabilecek yabancı oyuncularıyla yollarını ayırması gerektiğini düşünüyorum. Keza Ali Koç’un açıklamalarında Fenerbahçe yönetiminin de bu yönde düşündüğünü öğrendik. (Muhtemelen dün akşamki tavrından sonra Ali Koç, birçok Fenerbahçe taraftarı için sıradaki başkan adayı olarak görülüyordur.) Koç’un konuşmasının ardından bugün Diego Lugano’nun yurtdışına transferi için görüşmelere başlanıldığı borsaya bildirildi. Bence kesinlikle doğru bir hamle. Taraftarın büyük sevgisine rağmen her sene yurt dışına gitmek için elinden gelen her şeyi yapan Lugano’nun takımdan ilk ayrılan olması da şaşırtıcı değil. Lugano’dan sonra Niang ve Andre Santos’un da takımdan ayrılması bekleniyor. Bence de ayrılmaları yine çok doğru olur. Çünkü muhtemel olarak Bank Asya liginde oynayacak olan Fenerbahçe için bu oyunculardan gelecek bonservis bedelleri çok önemli. Bu oyuncuların yüksek maaş yükümlülüklerinden kurtulmak da ekonomik açıdan çok önemli. Çünkü bahsi geçen bu üç oyuncunun yıllık maliyeti 10m euro civarında. Ki Bank Asya’da oynarken de bu üç oyuncuyu hiç aramazsınız. Bu oyuncuların yanında Gökhan Gönül’ün de Valencia’ya transferi söz konusu. Ben bunu diğer gelişmelerden bağımsız olarak olması gereken bir transfer şeklinde değerlendiriyorum. Gökhan Gönül’ün kalitesini artık hepimiz biliyoruz. Abartısız olarak ben de dünyada oynayamayacağı sadece 2-3 kulüp var diyorum. Aynı zamanda yeni bir yapılanmaya giden Valencia’nın bel kemiklerinden biri olacaktır. Arda’yı da yurtdışına yolladıktan sonra artık sıra Gökhan’da.

Bir de olayın kısıtlamalar boyutu var. Bank Asya’da oynayan yabancılar 24 yaş altı olmak zorunda. Ancak olası bir durumda Fenerbahçe Bank Asya’ya düşürülse, bu kural onları etkilemeyecek. Çünkü Süper ligden düşen takımların sözleşmesi devam eden yabancı oyuncuları yaşları ne olursa olsun oynatma hakları var. Yalnız bildiğim kadarıyla sadece 3 yabancı oynatabilme hakları var. Muhtemelen Fenerbahçe düşürülmesi durumunda birkaç yabancı oyuncusuyla yollarını ayıracak ve kaybetmek istemedikleri yabancılar olursa, onları da kiralık olarak gönderecektir. Zaten bahsi geçen yabancı oyuncular kadrodan ayrılırsa geriye bir tek Baroni ve Bilica kalıyor ki (Alex hariç) onları da kiralık olarak yollamak isteyeceklerini sanmam.

Bu durum Fenerbahçe’nin genç oyuncularını değerlendirmek için bir şans olarak kullanılmalı. Berk Elitez olsun Gökay İravul olsun böyle bir durumda üzerinde durulması gereken isimler olur. Bu kaos belki de en çok bu gençlere yarar. Düzenli bir şekilde forma şansı bulup kendilerini geliştirme imkanı yakalarlar. Tabi ki, bardağın dolu tarafını görmeye çalışarak bunu söylüyorum yoksa; oh oh bu durum Fenerbahçe’nin işine geldi falan demiyorum.

Muhtemelen birkaç güne ne karar verileceği belli olur. Bence Fenerbahçe yönetimi bu kadar açık ve net bir şekilde Bank Asya’da oynama talebi yapıyorsa muhtemelen bu gerçekleşecektir. Ancak bu, sadece istedik oldu şeklinde gerçekleşebilecek bir şey değil. Detaylarını bilmesem de sanırım Fenerbahçe'nin şike suçunu kabul ettiği takdirde Bank Asya'da oynaması mümkün. Bakalım takip edip göreceğiz.

25 Ağustos 2011 Perşembe

Spor filmleri sevenler için "Hoosiers" ve "Glory Road"


Blogumuza bir bölüm eklemesi yapıp izlediğimiz, hoşumuza giden spor filmlerini buradan size ara sıra paylaşacağız. Spor filmi izlemeyi sevenler buradaki filmlere göz atarlarsa büyük ihtimalle seveceklerdir. İlk olarak 2 tane basketbol filmi paylaşacağım. İki film de Amerikan Kolej Basketbol (NCAA) liginde yer alan iki takımı konu alıyor. Bu filmler; Hoosiers ve Glory Road.

Öncelikle Hoosiers ile başlayalım. Bana kalırsa spor kategorisinde kült diyebileceğimiz filmlerden biridir. Basketbol ile ilgili olan herkesin keyifle izleyeceğini düşünüyorum. Hoosiers 1986 yapımı bir film ve başrolünde Koç Norman Dale karakteriyle Gene Hackman yer alıyor. Aynı zamanda gerçek bir hikayeden alıntı olduğunu da belirtelim. Filmde 1950'li yıllarda Indiana'nın küçük bir kasabasında bulunan bir kolej takımının NCAA finaline giden hikayesi anlatılıyor. Bahsi geçen dönemin basketbol anlayışını ve bu anlayışın değişim aşamasını çok keyifli bir şekilde görebiliyoruz. Hooisers'da Koç Norman Dale'ın o yıllarda oynatmaya çalıştığı, günümüz basketbolunun da temelini oluşturan "doğru şutu bulmadan önce en az 4 pas" felsefesi işleniyor. İlgilenenlere şöyle filmin fragmanını da şöyle verelim; http://www.imdb.com/video/screenplay/vi2983854873/. Basketbolun converseler ile oynandığı bir dönemi izlemek de insana ayrı bir eğlenceli geliyor.


Diğer önerdiğim film ise Glory Road. Öncelikle Hoosiers'ı sevenler bu filmi de sevecektir çünkü tema ve konu olarak birbirine yakın filmler. 2006 yılında çekilen Glory Road'da koç Don Haskins'in 1966 yılında batı Texas'taki küçük ve fakir bir takımı NCAA finaline götürmesi konu alınıyor. Ancak bu filmin benzerlerinden ayrışan bir yanı, o dönemdeki Amerikan toplumunun siyahi insanlara bakış açısını çok net bir şekilde gösteriyor. Don Haskins'in toplumda değer görmeyen ama yetenekleri çok yüksek 7 tane siyahi genci takımına katıp başarıya ulaşmasının hikayesini izliyoruz. )Ki o dönemde takımdan 1'den fazla siyahi oyuncu bulundurmaya bile şaşırtıcı bakılıyor.) Ben şahsen "zenci filmi" başlığı altındaki filmlerden çok haz etmiyorum, çünkü hepsi birbirinin aynısı geliyor. Ama bu filmde siyahi ve beyaz oyuncuların birbirine kenetlenmeleri bir "takım" olmaları çok güzel işlenmiş. Glory Road da gerçek bir hikayeden esinlenilmiş bir film. Böyle gerçek hikayeden esinlenilerek çekilen filmler bana spor filmleri arasında daha çekici ve güzel geliyor. İlgilenenler buyursun; http://www.imdb.com/video/screenplay/vi1095605529/.

Beşiktaş ve Bursaspor'un rövanş günü, kısaca Trabzonspor



Trabzonspor'un Şampiyonlar Ligi'ne katılacağının açıklanmasının ardından, Uefa Avrupa Ligi'nde mücadele eden iki takımımız kaldı. Bursaspor ve Beşiktaş. Onlar da bugün tur biletini almak için rakipleriyle tekrar karşılaşacaklar. Peki ihtimallerimiz nedir?

Öncelikle Beşiktaş'ta bir ihtimal durumundan söz edemeyiz. İlk maçta 3-0 gibi net bir skorla galip gelen siyah-beyazlılar bugün bir Rusya havası alıp eve dönecek. Hatta bence Veli gibi Burak Kaplan gibi genç oyuncuların bu maçta değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Simao'nun da geçen maç sakatlanarak çıkmasının ardından Burak'ın oynaması bize de onun hakkında bir fikir verecektir. Ancak bu tarz gençleri oynatmak için çok fazla oyuncuyu değiştirirseniz takımın ritmini de bozarsınız. O yüzden 2-3 oyuncunun ilk 11'e bu tarz maçlarda serpiştirilmesi doğru olur. Maçın saat 20.00'da olduğunu da hatırlatalım.

İlk maçta olduğu gibi bu maçta da Bursaspor'un işi zor olacak. Bursaspor'un kendi evinde 2-1 yenilmesi hiç hoş olmadı. Bana göre turun net favorisi zaten Anderlecht'ti ama bu şekilde bir yenilgi hoş olmuyor tabi ki. Nedense takımlarımızın Avrupa maçlarındaki şu amatör hataları bir türlü aşılamıyor. Trabzon olsun Bursa olsun diğer takımlarımız olsun öne geçtiğimiz anda panik oluyoruz. Ondan sonra kırmızı kart mı dersin, yapılan penaltılar mı dersin ne amatör hata ararsan var. Bunu basit bir açıklamayla "tecrübesizliğe" bağlayabiliriz. Ancak tecrübe kazanmak için de yapılan hatalardan ders çıkartmak gerekir. Bunu yapabiliyor muyuz? Şüpheliyim. Bursaspor'un maçı da 21.30'da.

Ayrıca Bursaspor'da Volkan, Sercan ve İbrahim Kaş'ın ilk maçın ardından kadro dışı bırakılması takımın moralini ve atmosferini bozabilir. Keza özellikle Volkan bu takımın en önemli (ve problemli) oyuncularından biriydi. Bir de bu olayın ikinci bir etkisi olabilir. Takımın genelinde bu karardan sonra bir hırslanma da olabilir. Bunun etkisinin nasıl olacağını maçın 5. dakikasında net görmüş oluruz.

Avrupa'daki takımlarımızdan bahsetmişken kısa bir paragraf da Trabzon'dan bahsedeyim. Bugün borsaya yapılan bildiride tahmini gelirin net 20m euro olacağı açıklandı. Peki şimdi ne yapmak lazım? Öncelikle Trabzonspor'un kadrosu oldukça yetersiz ve zayıf. Şu andaki oynadığı futbol itibariyle neredeyse puan alması bile zor gözüküyor. Bence ilk olarak yapılması gereken şey, gözden çıkarılan Volkan Şen'in transfer edilmesi. Volkan Trabzon'u Avrupa'da başarıya taşıyacak isim olamaz ama kesinlikle katkı verecektir. Şampiyonlar Ligi için bana göre kesinlikle bir orta saha oyuncusunun da transfer edilmesi gerekiyor. Savunmadan hücuma top taşımakta bu kadar sıkıntı çeken bir Trabzon Şampiyonlar Ligi seviyesindeki maçlarda çok dağılır. Savunmaya da takviye gerekiyor ancak transferin bitmesine sayılı günler kala bütün transferlerin doğru bir şekilde gerçekleştirilmesi zor gözüküyor.

Real Madrid - Galatasaray


Öncelikle uzun zamandan sonra Galatasaray’ı Real Madrid gibi bir takımla oynarken izlemek keyifliydi. Malum 4-5 senedir Şampiyonlar Ligi’ne gidilmediği için bu tarz maçları pek göremiyoruz. Bu maç Galatasaray’ın doğal olarak hazırlık döneminde verdiği en ciddi sınav oldu. Peki bu sınavdan geçti mi? Bana kalırsa evet geçti.

Maça çok istekli ve hırslı başlayan Galatasaray ilk 20 dakikada maça hükmeden taraftı. Maça başlayan 11’in en çok göze batan eksiği sol açığın etkili kullanılamamasıydı. Terim maçın başında Kazım’ı o bölgede kullanmaya çalıştı. Ancak Kazım’ın sol açıkta sağda olduğu gibi etkili olmayacağı aşikar. Galatasaray’a esas güç katan ise orta sahada oynayan üç yeni transferi; Eboue, Melo ve Selçuk. Üçünün de aynı anda sahada olması gerek teknik ve yetenek gerek ise oyun zekası olarak fark yaratıyor. Eboue’nin ise fiyat/performans açısından kusursuz bir transfer olduğu bir kez daha belirtmek gerekiyor. Bence Arsenal’de de gayet rahatlıkla oynayabilecek bir oyuncu. Avrupa’da oynanılmayacak bir senede Eboue’yi saçma sapan paralar saçmadan ikna etmek bir transfer başarısıdır. Orta sahada Sabri’nin ise aksadığını söylememiz gerekiyor. Çok top kaybı yapıyor ve gerekli yerde gerekli hamleyi yapamıyor. Orta saha oyuncusu ayağına topu aldığı anda 2-3 saniyede gerekeni yapması gerekir. Geç kaldıkça rakibin topu çalma ihtimali artar.

Bu 20 dakikadan sonra oyunun sonuna kadar maça hükmeden taraf tabi ki Real Madrid oldu. Galatasaray’da bu dakikadan sonra göze çarpan sorunların başında kesinlikle defansın yetersiz olması geliyor. Kalede Muslera gibi bir kaleci olmasa büyük ihtimalle daha farklı bir sonuç ortaya çıkardı. Bence Muslera bugün kalitesini ve farkını gösterdi. Kalecilik önsezilerinin çok iyi olması, pozisyonları sürekli takip edip ona göre hareket etmesi ve oyundan kopmayıp konsantrasyonunu sürekli yüksek tutması en büyük artıları. Yüklü maliyetinden çok daha fazlasını Galatasaray’a verecek gibi gözüküyor. Defans hattına gelecek olursak, özellikle Servet’in de çıkmasından sonra çok ama çok yetersiz bir hal aldığını gördük. Çağlar – Hakan ve Gökhan’ın bir arada oynadığı bir büyük takım defansı olamaz. Her ne kadar bugün Gökhan’ı beğenmiş olsam da, derinlemesine atılan toplarda bu kadar fazla geçit veren bir savunma hattı ilerleyen maçlarda da Muslera’ya çok iş düşeceğini bize gösterdi.

Daha maç başlamadan bile açıkça görünen bir sorun vardı; yedek kulübesinin yetersiz olması. Yedekten giren her oyuncu yerine girdiği ismi çok aratıyor. Belki yapılacak 1-2 tane daha transferle bu sorunun kısmen önüne geçilebilir. Transfer demişken bu akşamki haberlere göre Podolski ile anlaşılmış. Gelirse kendi adıma mükemmel bir transfer olduğunu düşünüyorum. Sol kanatta Arshavin’le beraber Arda’nın yokluğunu aratmayacak yegane isimdi. Büyük takımların kanat oyuncularının gole yakın oyuncular olması gerekir. Podolski ve bu sene müthiş bir çıkışa başlayan Kazım bu ihtiyacı giderecektir. Kazım önceki yıllarda golcü bir isim olmamasına rağmen bu sene bu anlamda da takıma katkı vereceğini düşünüyorum. İleri hatta ise Baros’u bugün hiç beğenmedim. Bana ilk geldiği senelerdeki Baros’u bir daha izleyemeyiz gibi geliyor. Eğer bahsedildiği gibi 7-8m euroluk bir teklif varsa bence kesinlikle satılması gerekirdi. Tabi ki bu saatten sonra satılıp yerine başka kaliteli bir forvet bulup alınması zor olur.

Kısacası Galatasaray için güzel bir hazırlık maçı oldu. Sabri kaptan olarak Sergio Ramos’un elini sıkıp kupa aldı. Evet ilginç bir görüntüydü. Son olarak Türk takımlarının genetik problemi duran top savunmasının bu sene de Galatasaray’ın başını çok ağrıtacağını söyleyebiliriz.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Daha mı iyi oldu şimdi TFF?

Tam her şey belli olmaya başlamışken bugün saat 6 buçuk civarlarında TFF’den flaş bir açıklama geldi ve Fenerbahçe’nin Avrupa Kupalarına gitmemesine karar verildi. Ancak bu kararı alanın Türkiye Futbol Federasyonu ve Mehmet Ali Aydınlar olmadığını ve kesinlikle UEFA’nın ittirmesiyle alındığını söylememiz gerekiyor.

Daha Federasyonun bu konuyla ilgili ilk açıklamasının hemen ardından yaptığımız eleştiri şuydu; bu şekilde “kulüpler Avrupa’ya gidip gitmemeye kendileri karar versin, şimdilik hiç bir şey kararlaştıramadık” tarzında bir karar, açıklama olamaz. Bunun netleşmesi gerekmekteydi. Keza Fenerbahçe’nin Şampiyonlar Ligi’ne gittikten sonra soruşturmada her hangi bir suçu kanıtlanırsa Türkiye’nin gelecek 3-5 senede Avrupa’ya alınmayabileceği söz konusu olacaktı. Ancak bununla ilgili kesin bir kararı bizim Federasyonumuz veremedi.

Bugün yapılan açıklamada şu cümle gözlerden kaçmamalı.”UEFA gönderdiği yazıda, Fenerbahçe Spor Kulübü’nün bu sezon Şampiyonlar Ligi’ne katılmaktan çekilme kararı vermesi gerektiğini bildirmiştir.” Yani UEFA temsilcisi dün gelip soruşturmayı inceleyip gittikten sonra bu kararı bize dayatmıştır. Ben birkaç gün önce Ünal Aysal’a kulak verelim demiştim. Dediği laflardan biri şuydu; “Siz bir şeyler yapmazsanız başkaları sizin yerinize yapmak zorunda kalır.”. E peki daha mı iyi oldu şimdi. Kendi başımıza halledemediğimiz şeyi, Avrupa temsilcisi tarafından iteklenerek “rezil olarak” zorla yaptık. Uefa regülasyonları ve kuralları ne gerekiyorsa bunu yapmamız gerekiyordu.

Şu an Şampiyonlar Liginde hiçbir takımımız kalmadı. Türk futbolu açısından tabi ki çok kötü bir durum içerisindeyiz. Fenerbahçe’nin mali kaybı da azımsanmayacak boyutlarda. Ancak şunu kesinlikle unutmamalıyız, eğer ki Şampiyonlar Ligi’ne gidilseydi ve ters bir sonuç sonra çıksaydı, içine düşeceğimiz durum bütün bir ülke olarak çok çok daha kötü olurdu. Bu noktada taraftar gözlükleriyle bakmamamız lazım. Kısacası alınması zor bir karardı, biz alamadık, başkaları aldırttı.

Espn'den Türkiye saldırısı ve altındaki noktalar

Dün ESPN’de Rick Reilley tarafından yazılan yazıda açıkça Türkiye düşmanlığı yapıldı. Açıklamaların detaylarından bahsetmek ve irdelemek gerekiyor. Ancak yazı o kadar sert ve maksatlı yazılmış ki insanı rahatsız ediyor. Sanki orta çağda yaşıyormuşuz gibi bir havayla yazılan yazıda alenen oyunculara Türkiye’ye gitmeyin çağrısı yapılmış. “Irak, İran ve Suriye’ye sınırı olan Anti-Amerikan ve Anti-yahudi ülke” yazı içinde Türkiye için uygun görülen sıfatlardan sadece biri. Tabi ki bunu “özgürlüklerin ülkesi” olan “kusursuz” Amerika’dan bir yazarın yazdığını da unutmayalım.

Aslında yazıda bahsedilen şeylerin içinde doğruluk payı var. Örneğin 4 maçlık bir kötü serinin ardından oyuncuların önünde keçi kurban edilip kanının alınlarına sürmesi istenmiş ki, hak vermemiz lazım bir Amerikalı için tüyler ürpertici. Ancak bu bir gelenek diyelim ve geçelim çünkü bu tartışma bizim yerimiz değil. Bence kesinlikle böyle bir şeye bir yabancı oyuncu zorlanmamalı o başka. Ama işin esas kendimizi sorgulamamız gereken kısmı bu değil. Esas sorun sahaya yabancı madde atılması, seyircilerin sahaya girmesi ve ya Allahu Ekber naralarıyla İsrail’li oyuncuyu kovalamaları kısmı. Çünkü bunlar gerçekten oluyor ve kesinlikle spor salonlarına hiç mi hiç yakışmıyor. Allah aşkına tekbir çekerek İsrailli bir insanı kovalamanın bir spor arenasında ne işi var? Bunu yaparsan tabi ki zaten ön yargılı olan batı ülkelerinden iyi bir bakış açısı bekleyemezsin. Futbol’da bile 5-6 sene öncesine göre bu işlerde çok büyük azalma görebilirken spor salonlarımızda bu terörün yaşanması çok üzücü. Bu ülkede ne yazık ki deplasmanda şampiyonluğu kazanan takım kafasına en az çakmak en fazla koltuk yemeden kupasını alamıyor. Bunu Anadolu Efes’in şampiyonluğunda da Fenerbahçe Ülker’in şampiyonluğunda da gördük.

Oyuncuları soyunma odasına kadar kovalayınca mutlu olup egomuzu tatmin ediyoruz. Futbolda korumaya çok uğraştığımız marka değerimiz konu basketbol olunca arka planlara atılıyor demek ki. Oysa kıyaslayacak olursak futbolda her sene şampiyonlar liginde oynayan iki takımımızın, premier lig’de oynayan 5-6 oyuncumuzun olduğunu hatırlamıyorum.

Bir başka sorun ise bu oyuncuların paralarını alamamaları durumu. Ancak bu konuda konuşmak ne Rick Reilley’e düşer ne de gidip şikayet eden Amerika’lılara düşer. Bu durumdan muzdarip olan grup Türk oyunculardır. Yabancı oyuncular parasını alamasa zaten çeker gider sonra da mahkeme yoluyla şöyle böyle o parayı alırlar. Türk oyuncular ise kulübü mahkemeye verse ve ya bir şeyler yapmaya çalışsa vatan haini ilan edileceğini bildiği için susar. Yabancı oyuncu ve Türk oyuncu’ya bakış farkını üzülerek bu yaz Beşiktaş’ta bir kez daha gördük. Hani şu Temmuzun ortasında antrenmana çağırılan gelmezlerse sözleşmesi tazminatsız feshedilecek olan 3 oyuncudan bahsediyorum. Aynı zaman zarfında Deron Williams’ı 5m euroya ikna etmeye çalışıyorlardı sanırım.

Neyse Rick Reilley’nin Türkiye’de oynayan oyuncuların dediklerini çıkış noktası alarak yazdığı bu yazı haddini aşmış. Herhalde kendisi Türkiye’yi Birleşik Arap Emirliklerine bağlı falan sanıyor. Malum kahvaltıda genellikle humus yiyormuşuz öyle diyor. Ancak bu olaya da diğer çoğu şeyde yaptığımız gibi gözümüzü kapatıp saldırmayalım. Yazının içeriği biraz aynaya bakmamızı gerektiriyor. Çünkü bu bahsedilen şeylerin neredeyse hepsi oluyor. Önüne nasıl geçebiliriz bunun tartışılıp konuşulması gerekiyor. Basketbol gibi seyirci ile oyuncuların bu kadar yakın olduğu bir spor dalında her şey olabilir. Bunun önüne geçmek için belki de cezaların daha yüksek olması gerekiyor.

http://espn.go.com/espn/story/_/id/6887526/time-talk-turkey bu da okumak isteyenler için yazının linki.

Fenerbahçe'de performans yükseliyor


Şampiyon olduktan sonra Fenerbahçe yazın başından beri bütün şike soruşturmasının ve futbol gündeminin başrolüne oturdu. Gerek kendi yönetim kurulundan kişiler, gerekse futbolcuların soruşturma kapsamında yer alması doğal olarak takımın yeni sezona hazırlanma konsantrasyonunu düşürdü. Ancak en azından şimdilik Fenerbahçe’nin bir negatiflik (küme düşme, eksi puan) olmadan 9 Eylülde sezona başlayacağının kesinleşmesiyle, takım biraz daha futbola yoğunlaşabilmişe benziyor.

Hiç şüphe yok ki ister istemez bu (halen de daha bitmemiş olan) zorlu süreç Fenerbahçe’li oyuncuların aklını bulandırdı. Hatta özelleştirirsek bu belirsizlik havasından en çok etkilenenlerin başında Türk geldi. Çünkü ne kadar burada olmaktan memnun da olsalar yabancı oyuncular herhangi bir aksilik durumunda burada durmaz. Keza Lugano’nun ve Niang’ın hakkında spekülasyonlar çıktı, Emenike daha “topa vurmadan” kaçtı Rusya’ya gitti, Yobo’nun transferi gecikti.. Doğal olarak sarı lacivertliler için bu dönemde yabancı futbolcu transferi çok zorlaştı. Çünkü hiçbir kaliteli yabancı oyuncu daha küme düşüp düşmeyeceği belli olmamış bir takıma gelerek kariyerini zedelemek istemez. Bu durum da Fener’in kadrosunu güçlendirmesini engellemiş oldu. Ancak belki de bu dönem için bırakın kadroyu güçlendirmeyi, kadroyu olabildiğince koruması bile Fenerbahçe için büyük bir şans oldu.

Her ne kadar ilk hazırlık maçlarında da oyuncular kendilerini maçlara vermeye çalıştılarsa da, Milli maçta Fenerbahçe’li oyuncuların morallerinin ne kadar düşük olduğunu açıkça gördük. Palermo ve Werder Bremen ile oynanan hazırlık maçlarını izleyemediğim için ne yazık ki maçlarla ilgili detaylı yorum yapamayacağım ancak birkaç tespit yapmak için de izlemek çok şart değil.

Öncelikle hazırlık maçı olsun ve ya olmasın bütün maçları kazanmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Temel nedeni de “kazanma alışkanlığı”. Fenerbahçe’nin de 10 kişi kalmasına rağmen önce Palermo’yu 3-2 sonra da Werder Bremen’i 1-0 yenmesi oldukça önemli. Oyuncularının öz güveninin yükselmesi açısından da taktik teknik disiplinin oturması açısından da değerli galibiyetler. Bu maçlarda gol atan oyuncular ise beklenmedik isimler olmalarından dolayı dikkat çekiyor. Fenerbahçe’nin bu maçlardaki gollerini Serdar Kesimal, Baroni, Uğur Boral ve Özer Hurmacı kaydetti. Belli ki, Aykut Kocaman’ın bu sene için de en önemli hücum silahlarından biri kornerler ve yan toplar olacak.

Bu arada Uğur Boral’ın Fenerbahçe’ye büyük bir borcu olduğunu düşünüyorum. 2 sezondur sakatlıklar nedeniyle neredeyse top oynamayan Uğur’un bu yaz başı kontratı yenilendi. Artık sakatlanmamaya bakıp (tabi ki olabildiğince)Fenerbahçe’ye olan borcunu ödemesi gerekiyor. Çünkü Fener’in de iyi ve formda bir Uğur Boral’a rotasyonunun içinde ihtiyacı var.

23 Ağustos 2011 Salı

Sakatlanmayaydı İyiydi..

Gerçek bir “Fenomen” Ronaldo


Evet, blogumuzun temasını sürdürmenin vakti gelmişti artık. “Ya sakatlanmasaydı” bölümümüzün ikinci konuğu Ronaldo. Şahsen 90 doğumlu olarak benim kendi jenerasyonumda izlediğim açık ara en iyi santrfordu. Müthiş hızı, benzersiz tekniği ve makine gibi bitiriciliğiyle diğer bütün oyunculardan farklı bir yerdeydi. Çok iyi forvet izledik; Van Nistelrooy, Henry, Raul.. Ama Ronaldo bir başkaydı. Zinde olduğu zaman durdurulamaz bir futbolcuydu. Efsane oyun Fifa 99’un “no9”uydu. Ama durum şu ki, o da “müzmin sakat”tı.

Ronaldo’nun profesyonel kariyeri 1993 yılında Ronaldo 17 yaşındayken Brezilya’da Cruzeiro’da başladı. Burada 14 maçta 12 gol atan Ronaldo daha genç yaşında kalitesini gösteriyordu. Takımını da Brezilya Kupası şampiyonluğuna taşıyan isim oldu. Burada geçirdiği kısa ve etkili dönemin ardından 1994 Dünya Kupası’nın da kadrosuna girmeyi başardı. Henüz 17 yaşındaki Ronaldo belki forma giyemedi ama böylesi büyük bir kupada Brezilya gibi bir takımın yedek kulübesinde oturmak bile, onun dünya futboluna tanıtılmasına yetti.

Hollanda futbolunun dev takımı PSV dünya kupasının ardından Ronaldo’yu 5.5m euro bedelle transfer etti. Ronaldo’nun Avrupa kariyeri de işte burada başlayacaktı. Hollanda kariyerinin ilk sezonunda ,daha 18 yaşında, 30 gol atarak adeta şov yaptı bu dişlek delikanlı ve gol krallığına ulaştı. Böylece daha bu yaşında herkese adını ezberletmeye başladı. PSV’deki ikinci sezonu ise sakatlık sorununun başladığı yıl oldu. Bu sezonun büyük bir bölümünü hastahanelerde, revirlerde ve benzeri steril ortamlarda geçirdi Brezilyalı delikanlı. Kısacası bu genç yaşında hemşirelere doymuştu Ronaldo. Bir yandan az sayıda oynayabildiği maçlarda gollerini sıralamayı ihmal etmedi ve takımının Hollanda Kupasını kazanmasını sağladı. Ronaldo PSV kariyerinde kupalar da dahil olmak üzere 71 maçta 66 gole imzasını attı. Bu da ona başka bir kapıyı açacaktı.


96 yılında emekliye ayrılan bir başka Brezilya efsanesi Romario’nun yerini doldurmak amacıyla Barcelona, Ronaldo’yu 15m euro bedelle transfer etti. Barcelona’daki ilk sezonu Ronaldo’nun performansının tavan yaptığı sezon oldu. Dönemi için rekor bir transfer bedeli ödenen Ronaldo 1996/1997 sezonunda 49 maçta 47 gol kaydetti. Kariyerine başladığı Cruzeiro’dan beri çılgınlar gibi gol atmaya devam ediyordu. Bu sezon Barcelona ile İspanya Kupası, İspanya Süper Kupası ve Uefa Kupasını kaldırdı. Fifa tarafından ilk kez yılın en iyi oyuncusu seçildi. Fakat günümüzün en büyük forveti olarak gördüğüm Zlatan İbrahimovic kıvamında, Ronaldo da futbol kariyeri boyunca göçebe bir hayat sürdü. Barça’daki bu tek ama içi dolu sezonun ardından sıra İtalya’yı kasıp kavurmaya gelmişti.

Barça’dan Inter’e geçişi yine bir rekora imza atılarak 28m euroya mal oldu. İtalya’da kendisine “Il fenomeno” (Fenomen) lakabı takıldı. İnter’deki ilk sezonunda yine çok başarılı bir performans sergiledi ve “Yılın Oyuncusu” (Ballon D’or) ödülünün de sahibi oldu. Gol krallığında ise ikinci oldu. Durdurulamaz bir yerdeydi Ronaldo ve savunulması en zor isimdi o dönem.

Bu zamana kadar “Il fenomeno”nun kariyerinde her şey güzel gidiyordu ama bir sonraki sezonunda bulutlar biraz daha karanlık gelmeye başlayacaktı. 1999 Kasımı Ronaldo’nun kariyerini sekteye uğratan sezonun başıydı. Ronaldo bu tarihte dizini sakatladı ve tendonu yırtıldı. Geçirdiği ameliyatın ardından sahalara dönüşü 2000 yılının Nisan ayını buluyordu. Hayranlarının çılgınlar gibi beklediği dönüşünün arından daha çıktığı ilk maçta bir kez daha dizinden sakatlandı ve bir kez daha oyundan alındı. Bu sefer dönüşü biraz daha uzun sürdü ve 2002 Dünya kupasında ancak Ronaldo sahalara dönebildi. Buna rağmen 2002 dünya kupasının da gol kralı oldu ve Ronaldo kaldığı yerden devam etti.

Bu kupa performansından sonra dişlek brezilyalının bu sefer yolu 45m euro karşılığında Los Galacticos’a düştü. Gelişi bir çılgınlıktı. Figo’lu Roberto Carlos’lu Zidane’lı Raul’lü ve David Beckham’lı kadroya bir de Ronaldo’nun eklenişi Madrid taraftarını kendinden geçirmişti. “Il fenomeno” Real Madrid’de bu yıldızlarla beraber ilk iki sezonunda lig ve kupa şampiyonluğu yaşadı ve yine gol krallığına ulaştı. 03/04 sezonunda Ronaldo bir kez daha sakatlanmasına rağmen yine 24 gole ulaşarak gol kralı oldu. Ancak bu sezonda takım olarak hiçbir kupa kazanılamadı ve bazı oyuncularla yolların ayrılmasına karar verildi. 2005/2006 sezonunda tekrardan kas sakatlıkları yaşamaya başlayan Ronaldo da yolların ayrılacağı isimlerden birisiydi. Ayrılışında Ruud Van Nistelrooy’un transfer edilişinin de etkisi vardı. “Fenomen”’in buradaki kariyeri de 127 maçta 83 gol olarak bitti.


Ronaldo’nun bir sonraki durağı Milan oldu. Milan’da kariyeri her ne kadar çok parlak başlasa da, bu durum kısa sürdü. Baldır kasındaki sakatlıklar kendisini yeniden zorlamaya başladı. Oysa ki, ayrılan Ukraynalı forvet “Sheva” ‘nın eksikliğini aratmıyordu. Milan kariyerinde zaman zaman Pato ve Kaka ile beraber etkili performanslar sergilese de artık sakatlıkları baş edilemez duruma gelmişti. Çoğu Brezilya’lı futbolcunun olduğu gibi uzuncana bir Avrupa kariyerinden sonra döndüğü yer anavatanı oldu. Brezilya’da Corinthians’da iki sezon geçirdikten sonra büyük golcü 2011 yılında 34 yaşında kariyerini noktalama kararı aldı.

Hepimiz Ronaldo’yu büyük hayranlıkla izledik. “No9” kariyerinde 2 tane Dünya Kupası da dahil olmak üzere 19 tane kupa kaldırdı. Farklı farklı ülkelerde onlarca ödüle layık görüldü. Toplamda 518 maçlık kulüp kariyerinde (kupalar da dahil) 352, 98 milli takım maçında 62 gol attı. Dünya Kupalarında 15 gol atarak Dünya Kupası tarihinde en çok gol atan oyuncu ünvanına sahip olduğunu da söyleyelim tabi ki.

İzleyebilenlerin unutamayacağı bir yıldızdı Ronaldo. Kariyerinde hiç büyük sakatlık yaşamasaydı nasıl bir kariyere ve istatistiklere sahip olurdu düşünemiyorum. Belki de Pele’lerle kıyaslıyor olabilirdik.

5 milyonluk "Fiyascu"


Bogdan Stancu Hagi’nin Galatasaray’a bıraktığı son “hediyesi”ydi ve onun da yolu Romanya’dan birlikte geldiği Culio’nun yanına düştü. Romanya’dan gelenler Ordu’da buluştu. Muhtemelen ikisinin de Galatasaray’a gelirken aklında işlerin böyle gelişeceği yoktur.

5m euro gibi kendisi için fantastik bir paraya transfer olan Rumen forvet Galatasaray’da geçirdiği sürede beklentileri karşılayamadı. Transferi konusunda da çok spekülasyonlar yapıldı ancak bence sadece sağlam bir transfer “kazığıydı”. Şahsen ben altında bir şey aramıyorum çünkü ne paralara ne saçma transferler yapılıyor; bu durum kötü transfer politikası yürüten takımlarda sürekli karşımıza çıkıyor. Andy Carroll ve 35m pound??

Stancu’nun aslında eleştirildiği kadar rezalet ve işe yaramaz bir oyuncu olduğunu düşünmüyorum. Bu kadar çok eleştirilmesinin nedenini de bonservis bedeline bağlıyorum. Ancak bu tarz durumlarda bonservis bedellerinin altında ezilen oyunculara çok kızmamak gerekir. Stancu kendisi mi gelip benim bonservisime 5m euro verin dedi. Vermeseydin o kadar parayı sen de yeterince araştırmadığın oyuncuya. 500 bin euroya gelse bence gelecek vadeden oyuncu konumunda değerlendirilecek ve ondan daha az şey beklenecekti. Ayrıca doğal mevkisinin ikinci forvet olmasına rağmen kendisinin geçen sezonun büyük kesiminde sol açık oynadığını da hatırlatalım. Ancak bu yazdıklarımdan Stancu’nun çok iyi oyuncu olduğunu falan düşündüğüm çıkarılmasın lütfen. Sadece biraz fazla eleştirildiğini düşünüyorum. Geçen yıl Galatasaray’da kim iyi oynadı ki Stancu’dan bu kadar nefret edildi. Sadece yetersiz bir oyuncu şu an için. Özellikle de bitiricilik kısmında çok ciddi sorunları var, bu kadar çok “beceriksizlik” yaparak büyük takımda barınamamanız da normal tabi ki.

Bir de olayın psikolojik boyutu vardı. Bir oyuncunun iyi performans gösterebilmesi için kafasının rahat olması gerekir. Stancu daha İstanbul’a gelir gelmez şöyle bir cümle kurdu; “ Afellay’ın 3m euroya transfer olduğu bir piyasada Romanya’dan hiç kimse 5m euro etmez.” Evet, doğru söylemişti ama bu bile adamın gelir gelmez ne kadar stres altında olduğunu gösteriyor. Ancak bu konuda da bütün suçu bonservis bedeline yüklemeyelim, yıldız olmak isteyen oyuncunun da biraz kendine güveninin olması ve ne olursa olsun belli standartta performans sergilemesi gerekir. Stancu bu konuda da çok eksik. Oynadığı her maçta ablasının arkadaş ortamında kendini göstermeye çalışan küçük kardeş gibi telaşlıydı. Hele bir de kötü oynamaya başlayınca zaten iyice oyundan koptu.

Şimdi Orduspor’da daha az baskı altında ve gözlerden uzak oynama şansı bulacak. Önünde iki tane yol var, ya burada bir şekilde kendini kanıtlayacak ya da bir sonraki sene büyük ihtimalle Romanya’nın yolunu tutacak.

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Chelsea'nin yeni yıldızı Mata


Chelsea yeni sezonun ilk maçlarında pek de izleyenleri tatmin eden bir görüntü çizmedi. Villas-Boas'ın ekibinden bu sene için beklentiler yüksek. Ancak gördük ki gerek orta sahada gerek kanatlarda verimsiz bir görüntü çiziyorlar. Abramovich de bu durumun üstüne elini çabuk tuttu ve bir süredir peşinde oldukları Juan Manuel Mata'yı Chelsea kadrosuna dahil etti.

23 Yaşındaki Mata 3 yıldır Valencia'da çok iyi bir performans ortaya koyuyor. Bu performansı Chelsea'de de sürdürmesi gayet olası. Mata Chelsea'de kanatlarda ve ya forvetin arkasında oynayacaktır. İleri uçta çok fazla izleyeceğimizi düşünmüyorum. Kalou ve Malouda'dan oluşan kanat hattına takviye gereken Chelsea'nin Mata ile bu bölgeye çok iyi bir takviye yaptığını söyleyebiliriz.

Maviler'in bu seneki en büyük eksiklerinden biri de orta sahasındaki üreticilik ve yaratıcılık eksiğiydi. Mata'nın forvet arkasında değerlendirilmesi durumunda bu konuda da takımına katkı sağlayacağını bekleyebiliriz. Hızı ve bitiriciliği ile de gol yollarında yine etkili olacaktır.
Transferin tek düşünülmesi gereken kısmı 30m euroluk maliyet diyebiliriz. Tabi ki, genç ve yetenekli oyuncuya yatırım yapmak maliyetli bir iştir ve Chelsea bu transfer döneminde çok henüz çok fazla para harcamadı ama yine de 30m euroluk bonservis Mata'nın üzerinde bir baskı yaratabilir. Çünkü Chelsea'de hücumda şu anki görüntüyü düşünecek olursak Mata'ya çok iş düşecek.

Bir de transfer diğer cephesi var, Valencia. Valencia'nın bence şu son yıllarda en iyi olduğu dönem ileri hattında David Silva - Villa ve Mata üçlüsünün kullanıldığı dönemdi. Şu anki kadroya baktığımızda hiç birinin kalmadığını görüyoruz. Üstelik bu oyuncuların yerine onları aratmayacak takviyeler de yapılmadı. Buradan anlıyoruz ki Valencia yeni bir yapılanmaya gidiyor. Gördüler ki bu şekilde ne Barcelona ne de Real Madrid'le başa çıkamayacaklar (ki haklılar), bir şeyleri değiştirmeye karar verdiler. Bu sürece de üç en önemli oyuncusunu satıp onlardan 100m! gibi bir bonservis bedeli kazanarak başladılar. Muhtemelen bu sene ve ya önümüzdeki sene 2 sezon boyunca kiraladıkları Sergio Canales'in de bonservisini alacaklardır.

Galatasaray'ın transfer rotası

Şu günlerde Fatih Terim'in yönetime verdiği transfer listesi konuşuluyor. Bu listede Chelsea'den Didier Drogba ve Yossi Benayoun, FC Köln'den Lukas Podolski ve Atletico Madrid'den Diego Forlan'in adı geçiyor. Galatasaray transfer sezonun basinda Drogba ve Forlanla ilgilenmisti ama Chelsea Drogba'yi birakmamis, Atletico Madrid baskani ise Galatasaray'in teklifini kabul etmis ama taraftarlarin ayaklanmasindan sonra teklifi reddetmek zorunda kalmisti. Simdiyse durumlar biraz değisti. Chelsea Drogba'yla neredeyse ayni ozelliklere sahip; Anderlecht'te 16 yasinda forma giymeye baslamis, bu kulupte oynadigi iki sezonda 40 gol atmis, Drogba'nin veliahti olarak gosterilen Lukaku'yu kadrosuna katti. Bu transfer sonucu Villas Boas'in elinde Anelka, Torres, Drogba, Lukaku, Kalou gibi forvetler var. Bu yüzden Drogba'nın satılma ihtimali hiç de düşük değil. Benayoun'un ise ilk 11'de sürekli olarak forma giymesi zor gözüküyor. Bu yüzden onun da ayrılmak istemesi normal. Fakat Galatasaray'in ihtiyaci olan bir oyuncu mu? Hiç sanmıyorum. Öncelikle Galatasaray'ın Arda'nın gidişinden sonra su an boşlukta olan bir sol kanadi, ondan daha önemlisi topu ayaginda tutup, yaratıcı özelliği yüksek bir oyuncu eksiği var. Bu yüzden Benayoun, Arda'nın yerini kesinlikle tutamaz. Drogba için söylenecek çok birsey yok zaten hangi takima giderse o takimi 1 kademe yukariya taşır. Bir diğer oyuncu ise Forlan. Onun da formunda olduğu zaman ( Atl.Madrid'in Uefa Kupasi'ni aldigi sezon ve Dunya Kupasinda oynadigi futbol ) neler yapabilecegini hepimiz biliyoruz. Transfer sezonunun basindan beri adi geçiyor hem Galatasaray'la hem de Besiktaş'la ve diger kuluplerle. Atletico'nun Forlan'i bırakacağını sanmıyorum. Ancak Forlan takımdan ayrılmak istiyor. Gelirse tabi ki müthiş bir transfer olur orası kesin ama gelmesi çok da yüksek bir ihtimal değil bence. Gelelim asıl kişiye. Lukas Podolski, Köln'de yetişmiş bir futbolcu ve kendisini bu kulüpte gösterdikten sonra Bayern Münih'e transfer oldu. Ama orda istediği süreleri alamadı ve 2009/2010 sezonunda Köln'e geri döndü. Almanya milli takımının en çok gol atan oyuncularından ve aslen santrfor olmasına rağmen milli takımda son büyük turnuvalarda hep sol açıkta oynadi. Muthis bir sol ayak ve bitiriciliği çok üst düzey bir oyuncu. Galatasaray'a gelir mi? Su anlik Dünya basini'nda yer alan haberlerde transferinin soz konusu olmadigi belirtiliyor. Köln cephesi bugün de resmi siteden Galatasaray'ın teklifini reddettiklerini açıkladı. Ama olur da Galatasaray'a gelicek olsalar ben Podolski'yi seçerim çünkü oncelikle bir sol açık'ta oynayan bir oyuncuya ihtiyaç var ve Lukas bu boşluğu çok rahat dolduracaktır. Galatasaray'in ilerleyen günlerde bir transfer yapacağı kesin ve bu oyuncu, ya kanat ya da santrfor olacak. Bekleyip göreceğiz