29 Nisan 2012 Pazar

NBA 2012 PLAYOFFLARINDA İLK AKŞAM GERİDE KALDI


Playofflarda ilk akşam geride kaldı. Bu sıkıştırılmış fikstür yüzünden, sezon içerisinde sakatlanan oyuncular bırakın maç yapmayı, sırf sakatlıklarından kurtulabilmek için antrenmanlara bile çıkamıyor, sadece tedavilerini sürdürüp dinleniyor, o sakatlıklarının geçmesini bekliyorlardı. Maalesef dün gece iki tane çapraz bağ sakatlığı gördük. Derrick Rose ve Iman Shumpert, ön çapraz bağlarının kopması sonucu sezonu kapattılar. Özellikle Derrick Rose’un sakatlığı Bulls’un şampiyonluk ümitlerini sekteye uğrattı ve soyunma odasında moralleri bir hayli bozdu. Iman Shumpert ise özellikle Knicks’te yaşanan koç değişikliği ile kendisini ilk beşe yerleştirecek performanslar ortaya koymuştu ama o da ciddi bir şekilde sakatlanarak sezonu kapadı. Maçlara gelirsek Chicago, 76ers’ı rahat geçti diyebiliriz ve seride 1-0 öne geçti. Miami ise Knicks’i adeta ezdi geçti ve 100-67’lik bir galibiyet aldılar. Lebron James harika oynadı gerçekten. MVP benim dermişçesine adeta. Ama Lebron bu. Takımı finallere çıkmadıkça ve finallerde de aynı bu şekilde oynamadığı sürece istediği kadar MVP ödülünü alsın, üstüne yapışan lakaplardan kurtulamayacak. Knicks’te ise Carmelo maça 7-0 şut isabetiyle ( isabetsizliği ile ) başladı. Ve buna rağmen ilk yarıda maçın içindeydi Mike Woodson’ın takımı. Ama üçüncü çeyrekte 24-2 lik seri’nin sonucu 33 sayılık bir fark oldu ve Heat seride 1-0 öne geçti. Oklohama City Thunder – Dallas Mavericks eşleşmesi ise beklenildiği gibi çekişmeli geçti ve yanılmıyorsam normal sezonda, Thunder’ın sahasında oynanan ilk maçta olduğu gibi Kevin Durant maç kazandıran basketi attı ve takımını bu seride 1-0 öne geçirdi. Dün akşamki yazımda belirttiğim gibi bu seri yedi maça gitmeye aday. Ve gelelim gecenin sürprizine. Dün akşamki yazımda İndiana’nın, Orlando’yu süpüreceğini yazmıştım. Ama böyle olmadı. Orlando, Dwight Howard’ın yokluğuna rağmen İndiana’yı rakip sahada yenerek seride 0-1 öne geçerek herkesi şaşırttı. Ama değinmeden geçemeyeceğim. NBA’in resmi internet sitesine girip maçın özetini bir izleyin. İndiana son dört dakikada şut isabeti bulamadı üstüne üstlük maçın sondan bir önceki hücumunu Darren Collison’la bire bir oynadılar. Başarılı olamadılar. Ve maçın son topunda takımın yıldızı Danny Granger hatalı yürüme yaptı ve maçı resmen kendi elleriyle Orlando’ya verdiler. Ama bu maç onlar için belkide iyi olmuştur. Silkinip kendilerine gelmeleri için bir fırsattır belki de. Serideki ikinci maç gerçekten çok önemli. Eğer Orlando ikinci bir sürprize imza atarsa ibre tamamen Orlando’ya dönebilir. He bu arada bir parantez de Roy Hibbert abimize. Maç içerisinde tam tamına dokuz ( sayıyla 9 ) blok yaptı. Ve kulüp rekorunu kırdı. Eğer ki bir tane daha yapabilseydi NBA rekoruna ortak olacaktı. Orlando’nun olmayan pota altı rotasyonuna karşı biraz daha sayı katkısı yapabilirse, serinin en kilit adamı olabilir. 

Chicago Bulls ve N.Y Knicks'e büyük şok!



Kaan Kural'ın twitter hesabında biraz önce paylaştı:

"Tüm basketbolseverler için felaket haberi... Derrick Rose'un diz bağları kopmuş. Sezonu kapattı. Bu kadar büyük ve düzgün bir sporcu...:(("

Bütün sezon boyunca zaten sakatlıklarla uğraşan bir süper yıldızın, daha playoffun ilk gecesinde böyle bir şey yaşaması gerçekten çok üzücü. Sol dizinden sakatlanmış. Biz basketbol severler için büyük bir kayıp.

Aynı zamanda daha 2 dakika önce Iman Shumpert da orta sahada Norris Cole'a karşı yaptığı bir crossover sırasında dizini sakatladı. Durumu hiç iyi gözükmüyor ve çok acı çekiyor. Bir anda keyfi kaçtı gecenin. Hepsi o lokavt yüzünden hepsi..

28 Nisan 2012 Cumartesi

WHERE PLAYOFF BEGINS !!




               Ve evet. NBA’de playofflar bu yazıyı yazdığım sıralarda Chicago Bulls-Philadelphia 76ers maçıyla başladı. Bu sene, her zaman olduğu gibi bizi çok çekişmeli maçlar bekliyor. Öncelikle size iki konferansta oluşan playoff eşleşmelerini ve bu eşleşmeler hakkındaki görüşmelerimi paylaşacağım.

 DOĞU KONFERANSI:                                                                   
(1)    Chicago Bulls - Philadelphia 76ers (8)
(2)    Miami Heat - New York Knicks (7)
(3)    İndiana Pacers – Orlando Magic (6)
(4)    Boston Celtics – Atlanta Hawks (5)

BATI KONFERANSI:

(1)    San Antonio Spurs – Utah Jazz (8)
(2)    Oklohama City Thunder – Dallas Mavericks (7)
(3)    Los Angeles Lakers – Denver Nuggets (6)
(4)    Memphis Grizzlies – Los Angeles Clippers (5)


               Öncelikle her iki konferanstan şampiyonluk adaylarımla başlamak istiyorum. Doğu’da Rose ve Hamilton’ın sakatlıkları hortlamaz ise Bulls ve muhteşem üçlü James-Wade-Bosh’lu Heat şampiyonluk adaylarım. Bu iki takımı ise Celtics ve İndiana zorlar diye düşünüyorum. Zaten Chicago ve Boston ilk turda rakiplerini eleyebilrlerse ikinci turda karşı karşıya gelecekler. Miami ve İndiana ilk turda rakiplerini eleyebilirlerse, ikinci turda karşı karşıya gelecekler. Hazır Doğu’dan başlamışken eşleşmeleri değerlendirelim. Chicago-76ers serisini 4-1 ile Chicago’nun geçeceğini düşünüyorum. Şu anda Rose ve Hamilton sağlıklarına kavuşmuş durumdalar ve bu şekilde sağlıklı kalabilirlerse seriyi 4-0 bile geçebilirler. Philadelphia All-Star arasına kadar en beğendiğim takımlardan biriydi ama nolduysa takım inanılmaz bir düşüşe geçti. Ve sekizinci sıraya kadar indi. Eğer Milwaukee Bucks sezon sonuna doğru birkaç maçını daha kazanbilseydi playoff dışında kalmaları işten bile değildi. Doğu’nun en merakla beklenen eşleşmelerinden hatta belki de en çok merak edileni Heat-Knicks arasında. Tam bir yıldızlar karması iki takımda. New York koç değişikliğinden beri özellikle evinde gösterdiği performansla ve Carmelo’nun çılgın oyunuyla playoffa 7. Sıradan kapağı attı. Amare de döndü ve sezonun son bölümünde kendisinş bulmaya başladı. Her ne kadar Knicks’in playoff’ta başarılı olmasını istesemde, bir üst tura çıkmalarını pek olası görmek istemiyorum. He pota altı savunmasını adam akıllı yapabilirlerse eğer ( pota altı savunmasından kastım Bosh ve Joel Anthony’i bire birde savunmak değil. Wade ve Lebron’un potaya drive etmelerini bir şekilde engelleyebilrlerse veya yawaşlatabilirlerse ) seriyi 7.maça kadar zorlayabilirler. Bu serinin kilit ismi Knicks adına bence Tyson Chandler ve Iman Shunmpert. Bu iki isim savunmada ne kadar başarılı olursa takımın şansı da o kadar artacaktır diye düşünüyorum. İlk turun bence en rahat ve “sweep” olması beklenen eşleşmesi ise İndiana-Orlando. Orlando’da malum Dwight Howard sezonu kapadı. Glen Davis’te ilk maçı kaçıracak deniliyor. Hido sakatlıktan yeni döndü, Nelson sezon sonuna doğru sakatlanmıştı form durumu pek iyi değil. Aksine İndiana sezonu müthiş bitirdi ve gerçekten çok formdalar. Yalnız İndiana, Orlando’yla yaptığı son dokuz maçın sekizini kaybetti. Ama köprünün altından çok sular aktı. Dwight’ta yokken bu seriyi dört maçta bitirip rakiplerini beklemek isteyeceklerdir. Zira Miami-Knicks serisinin galibiyle eşleşecekler ve o serinin dört maçta bitmesini beklemiyorum. Doğu’da ki son eşleşme ise Celtics-Hawks arasında. Açıkçası bu seride kolay bitmeyecek cinsten. Zaten aralarında sağlam bir rekabet var, Celtics “Big Three”yi kurduğundan beri de playoff’ta eşleştikleri  zaman, bu seriler çok sıkıntılı geçmişti. Atlanta’da Horford yok. Celtics ise sezonun ikinci yarısını harika geçirdi ve bu playoffların onların son şarjörde kalan son kurşunları olduğunu çok iyi biliyorlar. Ben bu seride Celtics’i bir adım önde görüyorum.  He Celtics bu tur geçtikten sonra muhtemel rakibi Chicago’yu geçer mi? Orasını daha sonra konuşuruz.

                 Batı konferansına gelecek olursak. Öncelikle şampiyonluk adaylarım herkesin tahmin ettiği yönde. San Antonio Spurs ve Oklohama City Thunder. Spurs’ün kadrosu bence şu anda harika işliyor. Çok sayıda kaliteli veteran ve genç oyuncu grubuna sahipler. Takımın üç yılıdızı, Parker, Duncan ve Ginobili’nin aldıkları dakikalar, koç Pop tarafından çok iyi ayarlandı sezon boyunca. Üstüne Stephen Jackson ve Boris Diaw gibi tecrübeli ve faydalı oyuncular sezon ortasında takıma katıldı. Zaten Bonner, Neal, Green, Leonard, Mills, Splitter gibi aldığı dakikaların hakkını çok iyi veren oyunculara da sahipler. Thunder’da ise Durant, Westbrook, Harden üçlüsüne gelen destek Spurs kadar güçlü değil. Ama bu üç ismin verdiği skor katkısı inanılmaz seviyelerde ve belki de NBa’de hiçbir takımda olmayan atletizme sahipler. Pota altında Ibaka ve Perkins müthiş karartıyor içeriyi. Bu iki takımın Batı Konferansı finallerinde karşılaşması pek olası. Eşleşmelere geçecek olursak, Spurs-Jazz eşleşmesini Spurs’ün dört maçta geçmesini bekliyorum. Spurs’ü zaten konuştuk. Sezonun en tatlı sürprizlerinden biri Jazz. Enes Kanter’in formasını giydiği Jazz, Batı’da ki çılgın playoff yarışında, sezonun ikinci yarısını çok başarılı geçirerek, playoffa son sıradan kapağı atan takım oldu. Bunda özellikle Devin Harris’in sonunda beklenen performansı göstermesi ve Gordon Hayward’ın çok başarılı performansı etken oldu. Zaten pota altında Jefferson ve Millsap gibi iki isme sahip ve takımı çok iyi sırtlıyorlar. Sanırım bu seride pota altında kan çıkacak. Ama jazz’ın şansını çok görmüyorum. Bir diğer eşleşme Thunder-Mavs. Geçen senenin şampiyonu Dallas, geçen seneki performansından uzak. Bunda tabiki Chandler’ın ayrılışı etkisi çok büyük. Ama nolursa olsun burası playoff ve Dallas hala çok tehlikeli bir takım. Geçen sene Batı konferansı finallerinde karşılaşmıştı bu iki takım ve gülen taraf ve daha sonrasında şampiyonluğa yürüyen takım Mavs olmuştu. Asla hafife alınmamalılar çünkü onlarda da Dirk Nowitzki gibi bir süperstara sahipler. Bu maçın en azından altı maça uzayacağını düşünüyorum. Batı konferansını üçüncü sırada bitiren takım Lakers’ın karşısında Denver Nuggets olacak. Denver’da sezonun son bölümünü iyi geçirdi ve altıncı sırada yer buldu kendisine. Ama özellikle bu seride sezon ortasında takas ettikleri Nene’yi arayacaklarını düşünüyorum. Bynum ve Gasol’e karşı McGee ve Faried’in pek başarılı olacaklarını sanmıyorum. Fakat Denver yüksek tempyu çok seven bir takım ve özellikle kendi sahalarındaki maçlarda, NBA’de ki diğer takımların başına çok bela olan rakım farkından da yararlanarak bir veya iki maç kazanacaklarını düşünüyorum. Lakers’ta ise Metta World Peace sıkıntısı var. James Harden’a attığı dirsekten sonra “ Metta World Violance “ lakabı takılan ve bu yüzden yedi maç ceza alan bu adamdan yoksun olacaklar. Ki zaten o pozisyonda pek derin olmayan kadrosu, Gallinari, Chandler ve Brewer’a nasıl çözüm bulacak merak konusu. Ama nolursa olsun Kobe’nin herhangi bir sürprize izin vermeyeceğini az çok hepimiz biliyoruz. Bu seri bence yedi maça uzayabilir ama Lakers bence şanslı taraf. Son eşleşme ise bence playoffların en zevkli ve en izlenesi eşleşmesi. Memphis-Clippers. Bu yaz kadrosuna Chris Paul’ü katan ve kimlik değiştiren takım ile geçen senenin en hoş sürprizini yapan ve geçtiğimiz seneden farklı olarak Rudy Gay’in sağlıklı oluşu, bu seriyi müthiş yapacak etkenlerden birisi. Birbirine denk güçler olduğunu düşünmekteyim. Tahmin yapması da zor gerçi. Ama bu serinin yedi maça uzaması en olası gözüken açıkçası. Bu serideki bütün maçları işinizi gücünüzü bırakın seyredin derim. Maçların hepsi son topa kalabilir bol bol uzatma seyredebiliriz bu seride.

                   Evet. Bu senenin playoff eşleşmelerini değerlendirdim. Ve bu yazıyı bitirdiğim an itibariyle Chicago’nun sahasındaki ilk maçı 76ers karşısında kazanarak seride durumu 1-0 yaptığını da belirterek noktalıyorum.

Aslan'a Karadeniz Havası Yaradı




Playoff'un ilk yarısının son maçları diyebileceğimiz üçüncü maçlarda, perdeyi Galatasaray ve Trabzonspor Avni Aker'de açtı. Trabzonspor'un cezası nedeniyle sadece kadın ve çocukların tribünleri doldurduğu karşılaşma sarı-kırmızılıların 4-2 'lik üstünlüğüyle sonuçlandı. Galatasaray'ın golleri Selçuk İnan, Necati Ateş (2) ve Eboue'den gelirken, Trabzonspor Colman'ın ayağından gelen iki golle karşılık verdi.

Maçın kontrolü başlangıç düdüğünden 65. dakikalara kadar Galatasaray'ın elindeydi. Dümende eski bir Trabzonspor'lu Selçuk İnan'a Eboue'nin muhteşem hücum performansı eklenince rahat geçen bir maç oldu. Galatasaray'ın görüntüsünde alıştığımız halinden bir farklılık yoktu. Top yaparak, dikine paslaşarak rakibinin açıklarını kolladı ve bulduğu pozisyonların çoğunda gole ulaştı. İkinci yarının ortalarından itibaren Fatih Terim'in kısa süre sonra oynanacak maçı düşünerek yaptığı değişiklikler, Galatasaray'ın oyun ritmini ve maç hakimiyetini olumsuz etkiledi. Elmander ve Selçuk gibi sistemin çalışmasında kilit rol oynayan iki parçanın kenara gelmesiyle beraber Galatasaray topu ayağında tutamamaya başladı. Bu dönemde maçta orta saha diye bir şey iki takım adına da yoktu diyebiliriz. Sonuç olarak son 25 dakika heyecan kat sayısı artsa da, rahat bir maçın sonucu istediğini aldı Galatasaray.

Trabzonspor ise bugün yine hiç iyi bir görüntü çizmedi. Çok dağınık bir haldeler ve kollektif futboldan tamamen kopmuş durumdalar. Tabi ki bu durumun en büyük sebebi liderle olan puan farkı. Keza ne Trabzon'da ne de Beşiktaş'ta kimse şu an maça falan çıkmak istemiyorlar ve konsantrasyonları yerlerde geziyor. Kişisel olarak Volkan'ın bir hareket getirmeye çalışsa da, inanılmaz top ezdiğini söylemem lazım. Faydasından çok zararı var şu haliyle Trabzonspor'a. Ancak Trabzonspor'da saha içine bakarsak esas sıkıntı savunmada. Defansın arkasına ne top atsan geçiyor, yol geçen hanına dönmüş. Beklerin hücuma katkısı 0. Bunun yüzünden ilerdekiler topu aldığı zaman yalnız kalıyorlar ve topu eziyorlar. Colman fena değildi ve sivrilen oyuncu oldu diyebiliriz ama partneri Zokora da hiç beklenilen performansı ortaya koyamıyor. Özellikle de hücum katkısı yerlerde.

Trabzonspor'un bu dağınık hali, topla oynama becerisi yüksek olan Galatasaray'lı oyunculara istediklerini yapmaları için boş alanlar bıraktı. Selçuk İnan, Melo, Engin ve Çolak gibi oyunculara bu kadar boş alanı verirseniz, tek yapacağınız şey topun peşinden koşturmak olur. Bugün fark yaratan esas oyuncu ise demin de bahsettiğim gibi Eboue oldu. Kaç kere rakip kaleye geldi ben sayamadım. Belki de geldiği günden beri en iyi maçını oynadı. Onun hücuma bu denli yüksek katkı vermesi, arkadaşlarını da çok rahatlatıyor ve Galatasaray hücumu seviye atlıyor. Selçuk İnan ise muhtemelen şu an Avrupa'nın en yüzdeli frikik kullanan oyuncusu. Allah nazardan saklasın, muazzam top oynuyor. Atıyor, attırıyor.. Bugün itibariyle 13 gol ile Galatasaray'ın en golcü oyuncusu konumunda. Orta saha olduğunu hatırlatmama gerek yok herhalde?

Galatasaray için puan kaybının seçenek olmadığı maçlardan biriydi bu. Belki de en çok kazanmak zorunda olduğu maçtı. Malum geçen haftaki futbolun üzerine gelen Fenerbahçe mağlubiyetinin takım üzerinde nasıl etki yapacağı merak konusuydu. Ancak Fatih Terim ve öğrencileri geçen haftaki mağlubiyetten olumsuz etkilenmenin aksine, oynadıkları iyi oyunla daha da motive olmuşlar. Son haftaya kadar sürecek olan mücadelede hata yapma lüksleri gerçekten yok ve camia da bunun farkında.

MVP adayım: "King Lebron James"



Evet, Nba'de normal  sezon resmi olarak sona erdi ve bu akşam playofflar başlıyor. Ödüller de yavaş yavaş açıklanmaya başlar. Bizim için de sıra MVP ile ilgili bir şeyler yazmaya geldi. Bu seneki onura aday olan iki delikanlı var. İkisi de aynı bölgenin oyuncusu olan, farklı tarzda adamlar. İstatistikleri de birbirlerine yakın sayılır. Ancak Nba dünyasının sevilmeyen çocuğu Lebron James bu sene sayı kralı Kevin Durant'in bir adım önünde olarak 3. defa bu ödülü kazanacak gibi duruyor.

Heat record: 46-19
Thunder record 47-18
James is averaging 27 ppg 8 rpg 6 apg shooting 53% fg
Durant is averaging 28 ppg 8 rpg 3 apg shooting 49% fg




Seçim yapmanın zor olduğu senelerden birindeyiz bana göre. Çünkü Durant'in de bu sene geçen seneye kıyasla nasıl büyüdüğünü çıplak gözle izledik. Hücumda takımın skor yükünü sırtlayıp, savunmada rakibin en etkili oyuncusuna göz açtırmamak için nasıl yırtındığını gördük. Artık iyiden iyiye "büyük oyuncu" oluyor Durant. Peki neden Lebron?

Kevin Durant de geçenlerde yaptığı bir açıklamada, Lebron'un müthiş basketbol oynayarak bu ödülü hak ettiğini söyledi ve ne kadar mütevazi bir oyuncu olduğunu bir kez daha gösterdi. James'in her zaman eleştirildiği, yerden yere vurulduğu bir numaralı durum; onun bir "winner" olmamasıydı. Zorluklarla karşılaşınca pes etmesi ve takımını başarıya taşıyamaması. Ancak bu sene gerçekten farklı bir Lebron izledik. Dwayne Wade'in sakatlıklar boğuştuğu, Bosh'ın zaman zaman kenarda oturduğu bu sezonda takımını tek başına ayakta tutmayı başardı. Bu sene Lebron takımına gerçek anlamda liderlik ediyor. Miami Heat'in şampiyonluk için en büyük kozu da James'in bu mental değişimi. İstatistiklere baktığımızda da üç numara oynayan bir oyuncunun %53 ile 27 sayı ortaladığını görüyoruz ki, bu yüzde de Lebron'un kariyerindeki en yüksek noktası. İşin hücum kısmı bir yana, savunma tarafında da aynı Durant gibi müthiş bir özveri gösterdi Lebron James. İstediği zaman ne kadar muazzam bir savunmacıya yükselebildiğini bir kez daha kanıtladı.

Kısacası alkışlar Lebron James için.. Hala da kendisini geliştirebileceği çok şeyin olmasını düşünmek insanı korkutmuyor değil.


27 Nisan 2012 Cuma

Sıkılmış bir adam: Pep Guardiola!



Guardiola 2008'de Frank Rijkaard'ın yerine geldiğinden beri tohumları atılmış bir sistemi şahlandırıp, başarıdan başarıya koşmuş bir teknik adam. Kimilerine göre dünyanın en iyi teknik adamı olarak gösteriliyor, ki kendisini bu tartışmaya sokacak kadar apoleti de kazandı. Şu geçen 4 sene içerisinde Guardiola ve yıldızları; 3 tane La Liga Şampiyonluğu, 2009 ve 2011'de Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu, 3 Süper Kupa ve iki kere FIFA Dünya Klüpler Şampiyonluğu kazandılar. Tartışmasız ki dünyanın açık ara en iyi takımını yarattılar ve yine dünya çapında muazzam bir sempati kazandılar. Her güzel birlikteliğin bir sonu var mıdır? En azından Barcelona bazında varmış evet. Guardiola bugün takıma önümüzdeki sezon Barcelona'da olmayacağını açıklamış. Zaten her kontrat senesinde uzun süre burada kalmayacağının sinyallerini  veriyordu. İmzaladığı tek senelik kontratlar olsun, açıklamaları olsun biz bunu hissettiriyordu.

Peki neden bırakıyor? Açıklamasına göre biraz ara vermek istiyor. Bir oda dolusu kupa almak yormuş demek ki. Neyse bence ana sebep Guardiola'nın sıkılmış olması. Çünkü Chelsea'ye karşı ilk maçtan sonra yaptığı açıklamada da "biz sadece böyle oynamayı biliyoruz, başka şekilde oynayamıyoruz. Belki de oyunumuzun yanına bir şeyler koymayı öğrenmemiz gerekiyor." demişti. Belki de bu "yanına bir şeyler ekleyecek" kişiyi kendisi olarak görmedi ve takımda bir değişikliğe ihtiyacın olduğunu düşündü. Ya da sadece uğraşmak istemedi.



İşin bir başka yönü de insanların bir kısmının Barcelona'dan sıkılmaya başlamış olması. Tamam ilk kez karşımıza bu futbolu koyduklarında mest olmuştuk ama her maç aynı topu izlemek bazılarına oldukça sıkıcı gelmeye başladı. Yani futbolu müthiş bir güzellikle oynuyorlar evet, ama her maç %70'e yakın topla oynamaları futbolu güzel yapan diğer bir unsur olan "mücadele"yi neredeyse 0'a indiriyor. Bir açıdan gözlerimizin pasını silerken, diğer açıdan Barcelona ne zaman 5. 'yi atacak diye beklemekten başka bir merak unsurumuz kalmıyor. Guardiola da elbette bu eleştirilere maruz kalmıştır. İspanyol medyasını yakından takip ettiğim falan yok ama, medya sonuçta.

Peki bundan sonra? Bundan sonrasını iki ayrı perspektiften merak ediyoruz. Pep bu noktadan sonra ne yapacak? Barça bu noktadan sonra ne yapacak? İşi daha zor olan tabi ki, Guardiola. Keza böyle muhteşem bir kadronun başında dünyanın en başarılı teknik adamlarından birine dönüştü ama başka oyuncularla ne yapabileceği merak konusu. İşin aslı ben düşüşe geçeceğini düşünüyorum. Barcelona ise kendisine uygun bir teknik adamı seçtiği takdirde yoluna çatır çatır devam edecektir. Şu anda Barça koltuğuna aday isimler olarak: Luis Enrique (B takımı teknik adamı) ve Marcelo Bielsa gibi isimler öne çıkıyor. Ancak koltuk böylesi geniş olunca adayları çoğaltmak da gayet mümkün. Arsene Wenger, Andre Villas-Boas ve Joaqim Löw gibi.. Bahsi geçen adayların hepsinin başarılı olacağını düşünüyorum. Bakalım kısmet.

Sidnei, Alves ve Bebe neden affedildi?



Beşiktaş'ta tuhaf işler oluyor. Belirsizlikler ve sıkıntıların gırla olduğu şu dönemde siyah-beyazlı camiada herkes hafiften şuurunu yitirmiş durumda ve bir an önce sezonun bitmesini bekliyor bence. 10 gün önce disiplinsizlikleri nedeniyle kadro dışı bırakılan Sidnei, Alves ve Bebe neden affedildi? Adamlar madem disiplinsiz bırak kadro dışı olsunlar. Zaten sene sonu üçü de gidecek muhtemelen. Hani kalan maçlarda değerlendirilecekler desek, Bebe'yi pek göremedik ama diğerlerinden ne hayır bekleniyor ki. Sidnei'nin göt-göbek hali, Alves'in performanslarından ne çıkartabilir ki şu an Beşiktaş. Ben anlamadım en azından.

Bükreş'te Atletik bir Final



UEFA Avrupa Ligi yarı final maçları bu akşam sona erdi ve finalin adı Athletic Bilbao - Atletico Madrid oldu. İki İspanyol boğasını karşı karşıya getirecek olan maç Bükreş'te oynanılacak. Keyifli bir maç olması çok muhtemel. Athletico Bilbao'nun buralara gelebilmesi ciddi bir başarı öyküsü olmakla beraber, teknik direktör değişikliğiyle ivme kazanan Atletik sıfatının Madrid ekibi keyifli bir futbolla finale yükseldi.

Gecenin benim için daha ilgi çekici olan maçı tabi ki Valencia - Atl. Madrid maçıydı. 4 -2 'lik Madrid galibiyetinin ardından evinde Valencia'nın neler yapacağını izlemek heyecan vericiydi. Keza bekleneceği gibi maça hızlı ve arzulu başladı Valencia. Atletico Madrid'i sahasına kitleyip Soldado'nun ayağından bir gol için bastırdı ev sahibi. Ancak ilk yarıda golü bulamamaları kendilerine ciddi bir handikap oldu. Keza ikinci yarı golü bulan taraf Adrian'ın şahane vuruşuyla Madrid oldu. Zaman ilerledikçe gerilen müsabakada başka gol çıkmayınca deplasmandan da galibiyetle dönen Atletico Madrid adını finale yazdırdı. Yalnız bu yolda sinirine yenik düşen Thiago'yu kaybettiler.

Bir başka ilgi çekici perspektif de kesinlikle Arda Turan. Yıllar boyu Galatasaray formasıyla hedeflediği kupayı eline almasına bir maç kaldı. Eğer Bükreş'ten galip çıkan taraf Atletico olursa, Arda yurt dışına açıldığı ilk senesinde yıllardır hayalini kurduğu başarıya ulaşmış olacak. Kendisini de geliştirmeye başladı ki, o da ayrı bir keyif. İspanya'da kesinlikle daha skorer bir Arda görmeliyiz, ki o da bu yönünü geliştirmek için uğraş veriyor. Bakalım finalde neler yapacak lejyonerimiz.

26 Nisan 2012 Perşembe

Böyle basket görülmedi, yok artık!

Estonya Ligi yarı final karşılaşmasında Letonyalı Armands Skele'nin akıl almaz basketi, böyle bala can kurban.


25 Nisan 2012 Çarşamba

Çin Seddi Misali : Chelsea !



Şampiyonlar Ligi Yarı Final ilk maçında, hatırlayacağımız üzere Chelsea, evinde Barcelona’yı maç boyunca defansif bir futbol oynayıp, oyunun kontrolünü rakibine vermesine rağmen 1-0 mağlup etmişti. Bu maçı izleyen çoğu kişinin ortak görüşü ise, “böyle kapalı bir Chelsea’yi Nou Camp’ta Barcelona açar” şeklindeydi. Ve rövanş maçı bugün oynandı ve maçın seyrine bakılırsa şok edici, Barcelona için trajik, Chelsea için ise mucizevi bir skorla, 2-2 beraberlikle sonuçlanan bu maç, Chelsea’yi inanılmaz bir şekilde finale taşımış oldu. Bu maçın hakemi ise, yakından tanıdığımız bir isim, Cüneyt Çakır ve ekibiydi. Bu denli kritik ve zor bir maça atanması, UEFA'nın kendisine ne kadar güvendiğini ve artık Cüneyt Çakır'ın belki de gözlerinde dünyanın en iyi hakemlerinden biri olduğunu göstermekte.

Barcelona, aslında ilk 45 dakikayı tam da istediği gibi oynadı bugün. Chelsea’nin 2 stoperinden Cahill’ın sakatlanıp, Terry’nin kırmızı kartla oyundan çıkması, Barcelona’nın ekmeğine yağ sürüyordu. Sağlı sollu ataklar, Barcelona topu rakibine göstermiyor, pozisyonları buluyor ve 2 gol atıyordu. Ancak 45+2’de Chelsea’nin maçtaki ilk atağında gelen gol, seyri tamamen değiştirecekti.


İkinci yarıya şöyle bir baktığımda, beni oldukça rahatsız eden bir futbol oynandığını belirtmeden geçemeyeceğim. Chelsea açısından, 10 kişi kalan takımın 10 oyuncusu da kendi kalelerinin 30 metrelik bir alanına kapandı. Tek forvet oynayan Didier Drogba, zaman zaman sağ bekte, zaman zaman ise sol bekte oynadı, siz düşünün gerisini ! Chelsea’nin her uzaklaştırdığı top, her kontra girişiminde ileri atılan top, en yakın Chelsea’li oyuncunun 50metre ötesinde kalıyor. Böyle bir takıma karşı da, Barcelona, Allah nasıl bir sabır verdiyse maçın son düdüğüne kadar sakince, top çevirerek boşluk aramaya çalışıyor ve bulamıyor da. Bir süre sonra TV başında bizler, “yahu uzaktan vursa bari, yeter bu nedir böyle” demeye başlıyoruz ister istemez. Böyle kilit bir maç oldu, tıpkı ilk maçta olduğu gibi. Bu da futbolun seyir zevkini ister istemez düşmüş oldu. Tüm bu kilit açma operasyonu sonunda son dakikada Barcelona'nın gol yemesi ise, maçın trajikomik bir şekilde sonlanmasına sebep oldu.


Bireysel olarak yalnızca bir oyuncunun performansını değerlendirmek istiyorum : Lionel Messi. Zaten maç boyunca ceza sahası çevresinde doğru düzgün top aldırmayan, 2-3 oyunculuk bir baskıyla karşılaşan Arjantinli, bir türlü etkili olamadı. Ayrıca tam maç geldi diye düşünülen penaltı pozisyonunu direğe nişanlayınca, iyice demoralize olan yıldız oyuncu, kilidi açacak o “killer ball” ları bir türlü atamadı, o coşkusunu sahaya yansıtamadı. Yine de Messi’nin ölüsünün bile 2 şutu direkten dönüyor, onu da belirtmeden geçmeyelim.

Chelsea’yi finale çıktığı için tebrik ediyorum ancak birkaç laf etmeden geçemeyeceğim. Bunlar tamamen benim bireysel görüşümdür, ancak ben böyle oynayan , 10 kişiyle kendi ceza sahasına yığılan, oyunu kilitleyen, oynamayı değil oynatmamayı düşünen zihniyeti Şampiyonlar Ligi gibi bir organizasyonun finalisti olarak yakıştıramıyorum. Evet başarılılar, finale yükseldiler, ancak zaten Türk futbolumuzun çok keyif vermediği, futbol ziyafeti çekmek için izlediğimiz Şampiyonlar Ligi’nin finalinde de böyle oynaması muhtemel bir takım beni rahatsız etmekte. En azından dileğim, finalde Chelsea’nin bu tarz bir oyun anlayışını benimsememesi, benimsese bile olası finalistler B.Münih yada Real Madrid’in o kilidi açabilmesi ve bize güzel bir maç izletebilmesi olacaktır. Bayern'de de Real'de de bu kapasite mevcut çünkü.

Yarı finalde oynanan 2 Barça-Chelsea maçından finalist takımın Chelsea olması, “Futbolun adaleti yokmuş arkadaş!!” dedirtti bizlere. Bilmem tanıdık geldi mi sizlere bu laf ?

22 Nisan 2012 Pazar

NBA'de ödül arifesi.. En İyi 6. Adam ödülü!

Evet, gelişme kaydeden oyuncu ödülü ile ilgili tahminlerimi yazdıktan sonra başka bir kategoriyle devam ediyorum: En İyi Altıncı Adam. Geçtiğimiz sezonlarda Lamar Odom, Jason Terry ve Jamal Crawford gibi delikanlıların kazandığı bu ödülde, bu sene telaffuz edeceğim iki isim oldukça yeni. Birbirlerine çok yakın olduklarını düşünüyorum ama birini seçmek lazım.



2. James Harden - Oklahoma City Thunder

Muhtemelen çoğu kişinin bir numaralı tercihi olacaktır ve hak veririm bu tercihe. Gerçekten Harden'ın bu sene ortaya koyduğu performans üst düzey. %49 ile 17 sayı üretirken, bunun yanında 4 asist 4 de rebound ortalıyor genç oyuncu. Akılcı oyunu ve oyuna direkt etki etmesiyle son derece değerli de bir adam Harden. Kafadan 1 numaraya da yazılabilirken ben neden 2 numaraya yazıyorum? Bunun nedeni Oklahoma City Thunder.. Eyvallah Westbrook ve Durant gibi NBA'in üst düzey skorerlerinin olduğu bir takımda 17 sayı ortalamak önemli bir iş. Ancak ya diğerleri? Ibaka, Kendrick Perkins ve Thabo Sefolosha? Diğerleri çok atıyor tamam da, bunlar da hiç atmıyor arkadaş. Onun dışında Harden genellikle Oklahoma'da ikinci giren takıma liderlik ediyor. Bu anlamda da çok top kullanıyor / kullanması da gerekir. Açıkçası Harden'ın usul icabı yedekten girdiğini düşündüğüm için, En İyi Altıncı Adam Ödülü'nü hak etse de vermek içimden gelmiyor. Adam ve Sakalları zaten 30 dakika civarı süre alıyor falan.



1. Louis Williams - Philadelphia 76'ers

Benim adayım Louis Williams. Williams'ın yedekten gelip ürettiği katkı da aynı Harden'da olduğu gibi çok önemli. Senenin ortalarına kadar iyi gidişatın baş aktörlerinden biriydi ancak devamında takımdaki kimyanın bozulması ve düşüşe geçilmesine engel olamadı. Yedekten girip ortalama 25 dakika süre almasına rağmen 15 sayı ortalamasıyla, takımının en skorer oyuncusu konumunda. Yedekten girip çoğu zaman takımını oyunda tutuyor, oluşan skor tıkanıklığını açıyor ve oyunu ele alabiliyor Louis Williams. 15 sayısının yanında 3 rebound 3 asisti de istatistik kağıdına yazdırmayı başarmış. Evet, benim adayım her ne kadar Harden daha görkemli bir performans ortaya koysa da, "daha bir yedek" olduğunu düşündüğüm Louis Williams.

Galatasaray - Fenerbahçe'ye saatler kala..



Dün gece Barça - Madrid maçıyla yaşadığımız futbol keyfinden sonra, bu gece de bizim "Lê Klasiğimiz"i izleyeceğiz. Normal şartlarda her zaman üst düzey heyecan ve adrenaline sahne olan bu güzide maçlar bu sefer öyle olacak mı merak ediyorum. Çünkü bu büyük ve şampiyonluk düğümünü daha da germe veya çözme potansiyeline sahip olan maça ilginin çok yüksek olmadığını hissediyorum. Taraftarlar henüz derbi havasına girmiş gibi gözükmüyor ama yine de maça doğru tansiyonların yükseleceğini, kalplerin hızlanacağını düşünüyorum.

Maçın iki taraf için de önemi çok büyük. 5 puan önde olan Galatasaray, bu maçı kendi evinde aldığı takdirde farkı 8 puana yükseltecek ve bir elini kupaya koyacak. 8 puan fark ve içeride oynanacak 2 maçın olduğu bir fikstürde Galatasaray için, Real Madrid'e dediğimiz gibi, "Şampiy" diyebiliriz. Bu akşam Galatasaray'da bir eksik yok. Muhtemelen sezon genelinde gördüğümüz 11'le sahaya çıkacaklar.Ki, Galatasaray için en önemli olaylardan biri bu 11'i koruyabilmiş olması. Düzen içerisinden 1-2 oyuncunun eksildiğinde takımın ne kadar bozulduğunu gördük. Sarı-Kırmızılıların bu akşam en önemli kozları yine Fernando Muslera, Selçuk-Melo tandemi ve Elmander olacak. Savunmanın gözü Sow'un üzerinde olacak ve muhtemelen Alex'e adam verilecek. Ancak genellikle Alex'in kimle eşleşirse eşleşsin bir açık bulduğu anda cezayı kestiğini biliyoruz, o yüzden Melo Alex'i savunurken diğer oyuncuların da onun pas ve koşu alanlarını tutması lazım. Yapabilirler mi bilmiyorum. Ancak genel anlamda baktığım zaman eksiksiz oynayacak olan Galatasaray'ın tam dolacak bir Arena'da ne yapıp edip maçı kazanacağını düşünüyorum. Fatih Terim gibi bir hoca da eline gelen bu fırsatı tepmeyecektir.

Fenerbahçe'de ise ceza alan Emre'yi bugün yine Telekom Arena'da göremeyeceğiz. Onun dışında tahmin edilenden çok farklı bir kadro çıkacağını sanmıyorum ama sonuçta Aykut Kocaman'ın ne yaptığı da belli olmuyor. Fenerbahçe'nin Kadıköy'deki maçlarda yaptığı gibi oyuna çok yüksek tempolu presle başlayıp başlayamayacağı önemli. Çünkü o 20 dakikada Türkiye'de domine edemeyecekleri maç yok. O şekilde başlayıp, golü bulabilirlerse önemli bir avantaj elde edecekler. Çünkü maçın kontrolünün Galatasaray'da olduğu sürece Fenerbahçe'nin işinin zor olduğunu düşünüyorum. Sarı-Kırmızılıların fizik gücünü de Kanaryadan yüksek gördüğüm için, maçın başından kontrolü ele geçiremezse ilerleyen zamanlarda daha da sıkıntı yaşayabilir. Tabi ki, en önemli silahlar Alex ve Sow olacak. Bu ikiliye artan formuyla iyi oynayan Cristian'ın destek vermesi ve onları ileride yalnız bırakmaması çok önemli. Tayfur Havutçu'nun Sivok, Aykut Kocaman'ın da Stoch düşmanlığını pek anlamıyorum ve muhtemelen bugün de Stoch en azından yedek soyunmalıdır. Geriye düşerlerse yedekten gelecek oyuncunun Semih'ten daha efektif olması lazım.

Derbilerde ekstrem durumlar haricinde favori taraf ev sahibidir. Bu maçta da hem sezon boyunca gösterilen performans hem de ev sahibi avantajıyla Galatasaray bir adım önde. Ancak Fenerbahçe'nin de bu maçlara nasıl konsantre olduğunu yakından biliyoruz. Kalecilerin öne çıkacağı gollü bir maç olacağını tahmin ediyorum. Hakem Fırat Aydınus'a da güveniyorum ve umarım hiç bir şartta kontrolü kaybetmez. Yan hakemlerin de maçın kaderine etki etmemesini umarak, noktayı koyuyorum, haydi eyvallah arkadaşlar..

El Clasico'da BÜYÜ BOZULDU



Dünyanın en büyük 2 takımını karşı karşıya getiren, izlemesine doyum olmayan “El Clasico” maçlarından birini daha yaşadık bugün. Bunlar öyle maçlar ki, hakem ilk 45 dakikanın son düdüğünü çaldığında “Oha, ne çabuk geçmiş 45 dakika, hiç fark etmemişim !” tarzı tepkiler kaçınılmaz oluyor, düşünün o derece bir futbol ziyafeti…

El Clasico denilince akla ilk gelen şey ise, son yıllarda Barcelona’nın rakibine karşı gerek skor gerek oyun olarak bariz üstünlüğüdür. İç saha-deplasman dinlemeden rakibini sürklase eden bir Barça görmekteydik son birkaç yıldır. Öyle ki, İddaa’nın bu maça açtığı oranlar da bu bahsettiğim istatistiği destekler cinsten ve komikti ! Real Madrid gibi bir takımın rakibine verilen oran : 1.50, siz düşünün gerisini… A.R.O.G filmini izleyenler bilir, maç öncesi Enigma’nın büyü yaptığı kale küçülür ve ciddi avantaj sağlar. Öyle bir Barça büyüsünden bahsedebilirdik bu maçlarda, ta ki bugüne kadar. Real Madrid, Barcelona’nın puan farkını eritmek için mutlak kazanması gerektiği maçta, hem de Nou Camp’ta, rakibini 2-1 yenerek bu büyüyü “Sonunda” bozmuş oldu.


İlk olarak Barcelona açısından maça bakalım. Ezeli rakibi ile arasında 4 puan fark var, son maçlarda Real’e karşı ezici bir üstünlüğü var, maçı kazanırsa puan farkı 1’e inecek ve şampiyonluk yolunda rakibinin ensesinde baskısını hissettirecekti. Ancak bunu başaramadılar. Peki neden ? Öncelikle şunu belirteyim, her ne kadar alıştığımız üzere inanılmaz bir pas trafiği yapmış olsa da Katalan ekibi, El Clasico’lardaki o coşkulu Barcelona’yı ben bu maç göremedim açıkçası. Bundaki en önemli sebep, olağanüstü pas trafiğine rağmen rakip defansın arkasına (alıştığımız Barça kadar) sarkamamaları ve özellikle “uzaylı” Leo Messi’nin rakip tarafından kusursuza yakın bir şekilde kilitlenmiş olmasıdır. Bu da beklentilerin dışında Barcelona’nın çok fazla net pozisyona girememiş olmasına yol açtı.

Bu maçta özellikle Pep Guardiola’nın çok tartışılabilecek 80 dakika boyunca oyunda tuttuğu genç Tello tercihine değinmeden geçemeyeceğim. İspanyol hocanın bu tercihi, genç oyuncusuna ne kadar güvendiğini, oyuncusuna El Clasico oynatarak kademe atlatma çabasını gösteriyor. Ancak mutlaka kazanması gereken, sezon içinde telafisi olmayan, bu denli yüksek gerilim hattındaki bir maçta bu genç oyuncu yükü kaldırabilir miydi ? Bence kaldıramadı da. O bölgede 11’de Alexis Sanchez yada Cesc Fabregas tercihi bence çok daha mantıklı olurdu. Ama şu bir gerçek ki, Barcelona o bölgede David Villa’nın yokluğunu hissetmekte.


Gelelim bardağın dolu kısmına, yani maçın galibi Real Madrid’e. Yukarıda bahsettiğim gibi, maçın en kritik görevi, Messi’yi kilitleme görevini Xabi Alonso+Sami Khedira+Pepe üçlüsü çoğunlukla çok iyi başardılar. Bu oyunculara ek olarak, Real’in bekleri de kusursuza yakın bir performans sergilediler, özellikle Arbeloa’yı bu maçta çok beğendiğimi söylemeden geçemeyeceğim. Bu başarılı defansif performansa ek olarak, maçı Madrid ekibine getiren başlıca faktörler ise efektif pres sonucu kapılan toplar sonrası hücuma çok adamla ve hızlı bir şekilde çıkmaları (CR7’nin gol de bu şekilde geldi), gerektiği yerlerde oyunu iyi soğutmaları ve çok da aman aman bir futbol oynamadan, doğru oynayarak galibiyete uzanmaları olarak gösterilebilir.

Son olarak da, Messi'nin bu kadar etkisiz kaldığı bir maçta, Cristiano Ronaldo'nun belki de en iyi El Clasico maçını çıkardığını belirtmeden yazıyı noktalamak tam anlamıyla ayıp olur. Gerek kontralarda birçok pozisyonda vitesi 5'e takıp rakibi eksiltmesi, fauller alması, gerek Barcelona tam ümitlenmişken hemen akabinde bir gol bularak tabir-i caizse "Barça'nın hevesini kursağında bırakmasıyla" maça damga vurdu CR7. 

Bu sonuçla beraber, lider Real Madrid, son 4 haftaya girilirken takipçisi Barcelona ile puan farkını 7’ye çıkarmış oldu. Konuşmak için tabii ki erken fakat, Real bu saatten sonra “ŞAMPİ…..”

Londra derbisinde gol sesi yok



Bir Londra derbisi : Arsenal – Chelsea. Maç öncesi şöyle bir bakıyoruz, iç saha karnesi gayet iyi ve son kaybettikleri Wigan maçını saymazsak çok formda bir Arsenal, karşısında deplasman karnesi oldukça zayıf olmasına rağmen Villas-Boas’ın ayrılışıyla toparlanma sürecine giren bir Chelsea’yi görmekteyiz. Bu ikilinin ilk yarıdaki (Stamford Bridge’deki) maçının skoru olan 5-3’lük sonuç ise, bu maç için pek çok kişinin ağzının suyunun akmasına ve yine bol gollü ve keyifli bir maç izleyeceklerine emin olmalarına neden olmaktaydı. Ancak bu beklentiler içerisindeki herkes ters köşeye yattı ve maç başladığı gibi golsüz sona erdi.

Maça Arsenal cephesinden bakacak olursak, genel olarak topa sahip olan tarafın kendileri olduğunu, ancak hücuma çıkarken çok sayıda top kaybı yaptıklarını ve istedikleri gibi organize olamadıklarını görmekteyiz. Çok hızlı kanat oyuncularına sahip olan Arsenal’in, oyunu kanatlara yönlendirme ve etkili olma stratejisi bu maçta hiç ama hiç işlemedi. Tüm bunlara ek olarak da, Arsenal’in gol topçusu (topçu diyorum çünkü takımın lakabı Gunners’dır), bu sezon ultra formda olan Robin Van Persie’nin pek pozisyona girememesi, girdiği 1-2 pozisyondan da eli boş dönmesi sonucu alınan beraberlik kaçınılmaz oldu.


Chelsea ise, birkaç gün önce %75’e yakın topla oynayan bir rakibe, Barcelona’ya karşı oynamış, kapanmış, direnmiş ve galibiyeti almıştı. Bugün de Chelsea’nin oyun felsefesi, top kontrolünü çoğu zaman rakibe verse de iyi kapanıp, kontra ataklarla gol aramak oldu. Bu maçı kaybetmeleri halinde, hatta beraberlik halinde bile Şampiyonlar Ligi vizesi alması oldukça zora girecek bir takımın bu maçta, çoğunlukla, kapanarak oynaması, maçı ortasaha mücadelesi haline getirip kilitlemesi de biz futbol seyircileri olarak gözümüze pek hoş gelmiyor, en azından kendi adıma bunu belirteyim. Bu denli yetenekli bir futbolcu grubunun biraz daha açık futbol sergilemesini dilerdim ben, ancak takımın oyun stili bu, bize de oturup saygı duymak düşer ancak.

Bu sonuçla zaten şampiyonluk iddiası bulunmayan Arsenal 3. sıradaki yerini korurken, Chelsea’nin basamakları bir bir yükselip Şampiyonlar Ligi’ne girme iddiası zora düşmüş oldu. Seneye UEFA Avrupa Ligi’nde bir İngiliz devi, Chelsea’yi görebiliriz, Türk takımlarına duyurulur, ayağımızı denk alalım !

21 Nisan 2012 Cumartesi

Hamit Altıntop Aslan olur mu?



Yıllar boyu her transfer döneminde en çok goygoyu yapılan oyuncu Hamit Altıntop. Kaç kere Galatasaray’a, kaç kere Fenerbahçe’ye veya Beşiktaş’a geldiğini ben hatırlamıyorum. O zamanlar için gerçekleşmesi zor bir ihtimaldi. Malum Bayern Münih forması altında kimi zaman yedek kimi zaman ilk 11 olarak iyi performanslar gösteriyordu. Şöyle bir düşünecek olursak ben de olsam Şampiyonlar Ligi finali hedefleyen bir takımda görev adamı olmayı, başarıyı kovalayıp beceremeyen takımlarda yıldız olmaya tercih ederim. Ancak yerli piyasasının kıtlığı nedeniyle büyük takımlarımızdaki Altıntop aşkı durulmadı hiçbir zaman.

 Yıl geldi 2012’ye, Hamit geldi 29 yaşına. Real Madrid’de kendisini pek gösteremedi ve fazla forma şansı bulamadı. Bulduğunda da çok iyi değerlendirdiğini söyleyemeyiz. Mourinho da ne Nuri’den ne Hamit’den beklediği performansı alamadı bence ama bu yolda Nuri’den çabuk vazgeçeceğini sanmıyorum. Hamit ise yaşı nedeniyle Madrid’de çok tutunamayacak gibi geliyor. Peki Hamit için Türkiye zamanı geldi mi acaba?

Galatasaray’ın Hamit’e olan yoğun ilgisini biliyoruz. Fatih Terim’in de Hamit’i takımda görmeye can atacağını biliyoruz. Aynı zamanda Ünal Aysal yönetiminin kritik oyuncular için para harcamaktan çekinmeyeceğini de öğrendik. Peki, bu platonik aşk artık bir birlikteliğe döner mi? Bence gayet yüksek bir ihtimal. Ancak bu transferin olması için Galatasaray’ın Şampiyonlar Ligi’ne katılması şart. Hamit’e Şampiyonlar Ligi’nde hedefleri olan, yeni kurulan bir oluşumun liderlerinden olmak çekici gelebilir. Sonuçta Real Madrid’de topu topu 5 lig maçında fırsat buldu bu sene.

Eğer bu transfer gerçekleşirse Galatasaray’ın çok ama çok iyi bir iş yapmış olacağını düşünüyorum. Birden fazla yerde değerlendirilebilecek bir oyuncu olmasından dolayı çok değerli bir katkı olacatır. Aynı zamanda yerli oyuncu kalitesinin arttırılması için de nokta bir atış olur. Bakalım yıllardır goygoyunu dinlediğimiz Hamit Altıntop’un yolu Türkiye’ye düşecek mi..

20 Nisan 2012 Cuma

Nba'de ödül arifesi.. MIP(En çok gelişme Kaydeden Oyuncu) Ödülü!

Nba'de normal sezonun sona ermesine 1 hafta civarında bir süre kaldı. 26 Nisan gecesi son maçlar oynanana kadar bir çok takım eşleşme ve yer kapma hesaplarıyla yanıp tutuşacak. Batı'da playoffa girme mücadelesi son sürat devam ederken, doğuda saha avantajını kapma yarışında takımlar. Artık sezonun sonlarına geldiğimiz şu dönemde, olmazsa olmaz yazı dizilerinden birini kaleme almamızın vakti geldi. Nba'de ödül arifesi.. İlk değerlendirme yapacağım ödül sezonun "En Çok Gelişme Kaydeden Oyuncusu" ödülü. Bu ödülün onuruna aday olan oyuncular arasından üç tanesi ön plana çıkıyor bence. Bu üçe giremeyen ve çok gelişme göstermiş oyuncular da var ama kısmet artık birilerini seçiyoruz.. (Seneye görüşürüz Dragic)



3. Greg Monroe - Detroit Pistons

Detroit Pistons'ın genç pivotu bu sene kesinlikle sınıf atladı. Nba'de gittikçe daha zor bulunan, fundamental'ı sağlam ve ofansif gücü yüksek uzunların yeni nesildeki bayrak taşıyıcısı olacak gibi gözüküyor. Post oynama becerisi ve 2.11'lik boyuyla savunulması zor bir pivot 90 doğumlu bu genç oyuncu. Bu seneki istatistikleri de 15.5 sayı, 9.5 rebound ve +20 efektiflik puanı. Nba'in uzun fabrikası gibi işlev göre Georgetown altyapılı bu delikanlı gelişimini sürdürürse önümüzdeki yıllarda Nba'in elit seviye pota altlarından biri haline gelebilir. Ancak bunun için en fazla üzerine eğilmesi gereken alan savunması.



2. Ryan Anderson - Orlando Magic

İki numaraya yazdığıma bakmayın siz, benim için bu ödülü en çok hak etmiş oyuncu bu sene Ryan Anderson'dır. Artık bu sene düşüşe geçecek, toparlanması çok zor olarak görülen Orlando Magic için Ryan Anderson tam anlamıyla bir X-Factor görevi gördü. Yarattığı üçlük tehdidiyle Dwight Howard'a spacing sağlama sistemini tıkır tıkır işleten Anderson, Orlando'nun bu seneki başarısında çok ama çok önemli paya sahip. Sezonun aynı zaman 3'lük kralı olan Anderson dış şutlarını %40'la yolluyor. Üçlükçü oyuncu her zaman kendi işini yapar ama Ryan'ı daha da değerli hale getiren durum, pota altı oyununu da her geçen ayda daha ileriye taşıyor olması. Ustalık derecesinde olduğu üçlük dışında, reboundları kovalıyor ve içeriden skor üretmeye de çalışıyor. İstatistik kağıdına 16 sayı 7.5 rebound yazdırmayı başardı Anderson. Ki yanında Dwight Howard gibi bir canavarın, üç numarasında yan katkıları her zaman belli seviyede olan Hido'nun olduğunu düşünecek olursak o 7.5 rebound'un çok ciddi bir katkı olduğunu söyleyebiliriz. Kısacası bahsettiğim sebeplerin dışında iyi performansını bütün sezona yayabilmesiyle de benim için sezonun MIP'sidir. Gerçekte kazanamayacak olduğunu düşünsem de.



1. Jeremy Lin - New York Knicks

Linsatiny.. O özel bir hikaye. Belli bir kesime çaresizliğin ve umutsuzluğun, disiplin ve azim karşısında ezildiğini göstermiş bir adam. Goygoycu amerikan medyasının elinde olması gerektiğinden çok daha ilerilere taşındığını düşünerek belli bir dönem haz etmesem de, ortaya koyduğu performansların insani olmaya başlamasıyla hakkını teslim ettiğim oyuncu. Dibe vurmuşluğun daha ötesinin olmadığı bir zamanda bir gün gelip şans kapıyı çaldığında, ona sarılmaktır Linsanity.

Ünlü amerikan düşünürü Eminem Lose Yourself'te şu şekilde konuşur: "Look, if you had one shot, or one opportunity to seize everything you ever wanted in one moment,Would you capture it or just let it slip?"

İşte Jeremy Lin de hayatı ıskalayanlardan değil, şansını kullanıp her zaman hayalini kurduğu şeyleri elde edenlerden biri oldu. Bu ödül özelinde bakarsak demin de dediğim gibi Ryan Anderson'ın Lin'den daha çok hakkı olduğunu düşünüyorum. Sonuçta Jeremy sezonun yarısında hiç oynamadı ve kafayı yediği o aşağı yukarı 1.5 aylık kısım dışında izleyemedik. Yine de, ödülü verenlerin Amerikalılar olduğunu göz önünde bulunduruyor ve şovun kazanacağını düşünüyorum. Bu ülkesindeki göçmenlerin çoğuna hayatla ilgili umut vermiş delikanlının MIP onuruna ulaşmasını bekliyorum.

19 Nisan 2012 Perşembe

Spor filmi sevenlere öneriler: Moneyball!



Uzun bir aradan sonra “Ya sakatlanmasaydı” kuşağımıza devam ettiğimize göre, geride kalmış bir köşemizi daha gün ışığına çıkartalım. Spor filmi önerileri..

Bu sefer tavsiye ettiğim film 2011 yapımı bir Brad Pitt filmi. Gerçek bir hikayeden yola çıkmış olan Moneyball’da pazar imkanı ve bütçesi zayıf olan bir beyzbol takımı Oakland A’nın serüvenini izliyoruz. Brad Pitt bu takımın genel menajeri Billy Beane olarak karşımıza çıkıyor. Yardımcı oyuncu olarak ise komedi filmlerinin değişilmez tombiklerinden olan Jonah Hill’i görüyoruz. Jonah Hill’in karakteri Peter Brand de Harvard’da ekonomi eğitimi almış bir beyzbol fanatiği.

Moneyball her zaman arkadaş muhabbetlerinde konuştuğumuz, paranın yerinin arttıkça sevdiğimiz tutku duyduğumuz oyunlarda adaletsizliğin artmasını çok iyi bir şekilde işlemiş. Küçük balıkların ne olursa olsun, büyük balıklar tarafından yenilmesine karşı çıkan bir adamın hikayesi gerçekten ilham verici. “Madem bu sizin oyununuz ve bu şekilde siz kazanıyorsunuz, o zaman ben de sizin oyununuzu başka bir şekilde oynarım” düşüncesiyle yola çıkan Billy Beane’nin yaşadığı zorlukları ve imkansızlıkları görmek insanı düşündürüyor. Ancak iyi bir liderin en iyi yaptığı şey kendi bilgilerini en iyi şekilde kullanmak değil, başka insanların bilgilerini en iyi şekilde kullanmaktır. Billy Beane’in de bu doğrultuda takımındaki yetersizliği görüp, analizlerini yaptırmak için Peter Brand’e güvenmesi başarısının anahtarı olarak karşımıza çıkıyor. Brand’in çıkarttığı istatistiksel bakış açısı, sporda daha önce denenmemiş bir yöntem olarak Oakland A’nın kaderini belirliyor. Sporun yönetimsel iç yüzünü anlatan bu filmi seveceğinizi tahmin ediyorum. Özellikle o telefon başında gerçekleştirilen anlık transferleri izlemek benim çok hoşuma gitmişti. Çok fazla da spoiler vermeden, filmin fragmanını paylaşayım buyurun.

Sakatlanmayaydı İyiydi: Harry Kewell..



- leeds united tarafından çok genç yaşta keşfedilen avustralyalı süper sol açık. Çok hızlıdır, tekniği de şahanedir.
- ryan giggs den daha büyük bir kapasiteye sahip sol açık..(bkz: oha)
- dünyanın en iyi left winger'ı su götürmez kesinlikle bu, leeds united'ı tutma sebebidir tek başına

Blogumuzun sevdiğimiz köşelerinden biri olan ama son zamanlar ihmal ettiğimiz “ya sakatlanmasaydı..” tekrar sizinle.. Ancak bu yazıdaki konuğumuzun yeri bizim için diğerlerinden çok daha farklı. Bizim için özel bir oyuncu.. O yüzden de yaşadığı sakatlıklara belki de en çok üzüldüğümüz oyunculardan biri. Ülkemizde oyunu ve karakteriyle cümle alemin beğenisini kazanabilmiş az oyuncudan biri.. O futbol dünyasının “oz büyücü”sü, o Galatasaray’ın “Daddy Cool”u, evet Harry Kewell..

Sydney’nin Smithfield bölgesinde 22 Ekim 1978 tarihinde bir çocuk doğduğu zaman, muhtemelen hiç kimse onun Avustralya’nın yetiştireceği en yetenekli futbolcu olacağını bilmiyordu. İngiliz bir baba ile Avustralya’lı bir annenin çocuğu olarak 15 yaşına kadar Avustralya’da eğitimini gördü Harry. Bu zamana kadar lise eğitimini gören sıradan bir çocuk gibi görünse de, 15. yaşı onun hayatını değiştirecekti . O sene gelecekte takım arkadaşı olacağı Brett Emerton ile birlikte Leeds United’ın seçmelerine katılmak için İngiltere’nin yolunu tuttular. Bu seçmelerde iki oyuncu da başarılı bulunsa da, babasından dolayı sahip olduğu İngiliz pasaportunun etkisiyle kontratı imzalayabilen Harry Kewell oldu. Çok önemli bir yıldıza dönüşeceği Leeds United ile Harry Kewell’ın yolları işte bu şekilde kesişmiş oldu.



Kewell uzun yıllar boyunca terleteceği Leeds United formasını ilk kez 1996’nın Mart ayında içeride kaybettikleri Middlesbrough maçında giydi. Bu mihenk taşı gerçekleştiği zaman Kewell’ın yaşı henüz 17’iydi. Aynı yıl içerisinde Avustralya milli formasıyla da tanışan Harry Kewell yavaş yavaş İngiliz futboluna alışmaya başlıyordu. Rakiplerinde Michael Owen ve David Beckham gibi yıldız isimler adayı kasıp kavururken, onlar kadar parlak olamasa da bir büyük güç de Leeds United’da doğuyordu. Bu gücü oluşturacak olan Avustralya rüzgarının kahramanları da Harry Kewell ve Mark Viduka’ydı.

Sırtına Leeds formasını ilk kez geçirdiği 96/97 sezonundan sonra düzenli olarak forma giymeye başladı Kewell. 97/98 sezonunda 29 maça çıkan Avustralya’lı 5 gole imza atarken, dünya da 18 yaşındaki bu fırtına sol açığı daha yakından tanımaya başlamıştı. “Wizard of Oz”un devam eden sezonlarda da yavaşlamaya pek niyeti yoktu. Keza 1998/1999 sezonunda bu kez 38 Premier Lig maçına çıkarak 6 gol üretti ama Kewell henüz performansının zirvesine çıkmamıştı ve gelişimini sürdürüyordu.

(Kewell Ali Sami Yen'de)

Geldik 99/00 sezonuna.. Kewell’ın kendisini dünyanın sayılı oyuncularından biri haline getiren performansını sergilediği sezona.. Bu sezonda 36 lig maçına çıkan Kewell o zamana kadarki kariyer rekoru olan 10 gole ulaştı. Aynı zamanda Uefa Kupasında yoluna tam gaz devam eden Leeds United’ın en parlak oyuncusu olarak da dikkat çekiyordu. Tabi ki o Leeds United’ın o sezon Uefa’daki kaderini hepimiz biliyoruz.. Yarı Final’de karşılaştığı Galatasaray tarafından kupanın dışına atılmıştı İngiliz ekibi. Bu seri Harry Kewell’ın Ali Sami Yen stadına ilk kez ayak basmasını sağlamıştır. Aynı zamanda Kewell kırmızı kart görerek oyundan atılmıştır ve belki de bizim açımızdan hayırlı olmuştur. İşte bu sezonda Harry Kewell İngiltere’de Yılın Genç Oyuncusu seçildi ve aynı zamanda Yılın Takımında kendisine yer buldu.. Kewell’ın piyasa değeri öylesine yükselmişti ki, sezonun sonunda İtalya’nın dev takımı İnter 25 milyon poundluk bir teklifle kapıyı çalsa da açan olmamıştı.

Bu performanstan herkes çok etkilenmiş olacak ki, efsane oyunlardan CM2001’de Harry Kewell’ın potansiyeli 195. Oynamış olanlar bilir, oynamayanlar için şöyle söyleyeyim, tavan 200’dür ve şimdiki oyunlarda Ronaldo’nun falan potansiyeli 193 civarlarındadır. Şu zamana kadar gökyüzündeki yıldızlar Kewell için parlıyordu ama ne yazık ki bundan sonra hayat onun için biraz daha zor olacaktı. 00/01 sezonunda bileğinden geçirdiği sakatlık nedeniyle sadece 17 lig maçına çıkabildi Harry. Ameliyat olan Kewell için 01/02 sezonu için tekrar form tutabilmek adına önemliydi. Keza bu sezonda iyi bir performans ortaya koymayı başardı ve 27 lig maçında 8 gol kaydetti. Ancak tam anlamıyla sağlık bir Kewell yoktu sahada ve hala zamana ihtiyacı vardı.

Bu zamanı da 02/03 sezonunda buldu Harry ve sağlıklı olduğu zaman neler yapabileceğini bir kez daha gösterdi. Bu sezonda 31 maça çıkarak 14 gol kaydetti. Bu yılın başka bir anlamı da Kewell’ın kendisini futbol arenasına sunan Leeds United’daki son senesi olması. BBC’ye verdiği bir röportaj sırasında kulübün staff’ı ve sağlık ekibi hakkında olumsuz düşüncelerini hırçın bir biçimde dile getiren Kewell, bu olayın sonunda İngiltere’nin diğer bir büyük kulübü Liverpool’a transfer oldu. Daha birkaç sene önce 25m poundluk bir bonservis bedeli teklif edilen Kewell’ın 10 milyon Euro civarı bir ücrete satılmasının başlıca nedeni ne yazık ki yaşadığı sakatlıklardı. Aslında Milan, Chelsea, ManU, Arsenal ve Barcelona gibi birçok başka kulüp de kendisini transfer etmek istiyordu ama o tercihini Liverpool’dan yana kullandı.



Anfield Road’daki kariyerine de sükse bir giriş yaptı Avustralya’lı. 7 Numaralı formasını burada da sırtına geçirirken, ilk sezonunda 36 lig maçında 7 gol kaydetti. Ayrıca Liverpool’un Uefa Kupası’ndaki en golcü oyuncusu oldu. Her kulvarda şampiyonluk mücadelesi veren Liverpool’un Michael Owen ve Emilie Heskey ile beraber en etkili oyuncusuydu. Keşke başka sakatlık problemleri yaşamasaydı da bu seviyede kalabilseydi. Keza bu sezonun bitişiyle beraber kariyeri büyük bir darbe alacaktı.

Kewell 04/05 sezonuna kabus gibi bir giriş yaptı. İlk 14 hafta gol bulamazken, sakatlıklar yeniden yakasına yapışmıştı. 15. Maçında gol ile tanışmasına rağmen bu sezonu yaşadığı sakatlıklar nedeniyle sadece 18 lig maçı oynayarak bitirebildi. Ancak bu senenin Kewell için bir anlamı daha vardı. Bu sezonda kendisinin çok fazla bir payı olamasa da Liverpool, şampiyonlar ligi şampiyonluğuna ulaştı. Yanı başımızda Atatürk Olimpiyat Stadı’nda oynanılan bu finalde hazır olmamasına rağmen Kewell’ı ilk 11’de sahaya çıkartan Rafa Benitez çok eleştiriliyordu ki, bu eleştiriler haklı çıktı. Kewell daha ilk yarıda yeniden ciddi bir sakatlık neticesinde oyundan alınıyordu. Eminim o an, gözlerini kapatıp defalarca lanet etmiştir bu duruma.

Ardından gelen sezonda kendisine Şampiyonlar Ligi finalinde şans verdiği için borçlu hissettiği Benitez’e borcunu kapatmak için elinden geleni yapsa da pek verimli olamadı ve 27 maçta 3 gol üretebildi. Bu sefer de kasıklarındaki bir yırtık oluştu ve hiç olmadığı kadar futboldan uzak kalmak zorunda kaldı Kewell. Neredeyse 1 sezon tamamen futbol oynamamasının ardından 07/08 sezonunda bir geri dönüş yapmak istiyordu ki, bu dönemde de sadece 10 lig maçında forma şansı bulabildi. Liverpool kariyerinin böyle olmasını kimse beklemiyordu ama onu transfer ederken sakatlık riski de beraberinde gelmişti. Artık yeni bir başlangıç yapmasının zamanıydı. İngiltere’de kendisinden umutlar kesilmiş ve tekrar yüksek seviyede futbol oynayamayacağı düşünülüyordu. Bu koşullarda Harry Kewell neredeyse 10 sene önce çimlerine bastığı bir stada, birkaç yıl önce Avrupa’nın en büyük kupasını kazandığı şehre geri dönmeye karar verdi. 08/09 sezonundan itibaren Galatasaray forması giyecekti..



Harry Kewell’ın Galatasaray’a geleceği açıklandığı zaman, büyük bir heyecan kapladı taraftarı. Yıllarca hayranlıkla izledikleri Avustralya’lıyı karşılamak için binlerce kişi hava alanına akın etti. Saidou’lara, Ali Lukunku’lara alışmaya başlamış olan Galatasaray taraftarı için muazzam bir heyecandı. Keza Kewell’ın da böyle bir desteğe ihtiyacı vardı. Yani iki taraf için de güzel bir birliktelik olacak gibi görünüyordu. Öyle de oldu. Kendi sözleriyle “herkes ayağa bile kalkamayacağımı düşünüyorken, Galatasaray’da yeniden doğdum”. Tek tek sezonları anlatmaya gerek duymuyorum ama Galatasaray kariyerinde lig, kupası ve Uefa’da olmak üzere 32 gole imzasını attı. Mükemmele yakın şut tekniği ve klasıyla hepimizin gözünün pasını sildi. Hele attığı gollerin içerisinde bir tanesi var ki, hiçbir Galatasaray taraftarı ömrü boyunca unutamaz. 2009 senesi.. Uefa’da Çeyrek Final öncesi son maç.. Rakip Bordeaux.. Kewell 25 metre civarında sağ çaprazdan öyle bir vuruş çıkartıyor ki, Galatasaray taraftarı olarak hepimiz bir yandan golün sevincini yaşarken diğer yandan vuruşun mükemmelliğiyle mest oluyoruz. Gerçekten unutulmayacak bir andı.

Harry Kewell ve Galatasaray taraftarı arasında özel bir bağ oluştu. Türkiye’ye gelen çok az sayıda yabancı bu denli büyük bir sevgiye / saygıya layık görüldü. Keza taraflı tarafsız herkes Kewell’ı diğer çoğu oyuncudan ayrı bir yere koydu. Beyefendiliği, profesyonelliği ve düzgün aile yaşamıyla görmüş geçirmiş bir oyuncu profili çizdi Harry. Bizler onu ne kadar sevdiysek o da Türkiye’yi o kadar sevdi. Birkaç ay önce ülkesinde yaptığı bir açıklamada “Leeds United’ta oynarken taraftarlar takımlarını çılgınlar gibi destekliyordu, ancak Galatasaray taraftarları sanki başka gezegenden gelmiş gibilerdi, böyle taraftar görmedim” ifadesini kullandı.
Peki ya sakatlanmasaydı? Ya kariyeri bu kadar fazla sekteye uğramak zorunda kalmasaydı? Muhtemelen hiçbir zaman kendisini Türkiye’de izleyemezdik, her zaman uzaktan gıpta ederdik. Ancak sanıyorum ki, onun dünya futbolundaki yeri şimdikine kıyasla çok daha farklı olurdu. Kalitesi ve yeteneği onu dünyanın sayılı kanat oyuncularından biri olarak aklımıza kazıyabilirdi. Neyse ki, kısa bir süre için de olsa Kewell gibi bir “usta”yı çıplak gözle izleyebildik..


Harry Kewell..



Kewell vs Bordeaux..



Kewell from Galatasaray..



(Mackolik.com ve Wikipedia'daki verilerden yararlanılmıştır, sayfa başındaki üç yorum Ekşisözlük'teki ilk üç yorumdur)

17 Nisan 2012 Salı

Nihad Djedovic ve Galatasaray M.P uyumu



Josh Shipp’in insanın içini acıtan sakatlığından sonra, yerine gelen Nihad Djedovic’i şu birkaç maçta tanıyabildik. Neler yapabileceğini ve neler yapamayacağını tespit etme fırsatını bulduk tabi ki. Öncelikle şunu söylemeliyim ki, beklentileri aşan bir başlangıç yaptı Djedovic Galatasaray kariyerine. İsminin pek bilinmedik, namının pek duyulmadık olmasından dolayı kendisinden olan beklentilerimizi düşük tuttuk. Savoviç’te yaşanılmış olan hayal kırıklığının getirdiği ön yargının da etkisiyle Djedovic’in fazla iş yapmayacağını düşündük. Görünüyor ki, yanılmışız.

Çift tarafın da şanslı olduğu bir anlaşma aslında Djedovic ve Galatasaray arasındaki. Djedovic için şans çünkü: müthiş işleyen bir sistemin içine geldi. Aslında sezonun sonlarına doğru oyuncu transfer etmenin riskleri azımsanacak düzeyde değil. Sisteme ayak uyduramayabilir, takım arkadaşlarıyla anlaşamayabilir.. Ancak Galatasaray o kadar neredeyse mekanik bir sistemle oyununu oynuyor ki, basketbol zekâsı yüksek olan bir oyuncu takıma bir anda girip uzun zamandır oradaymış gibi performans verebiliyor. Peki, Galatasaray’ın şanslı olduğu nokta ne? Shipp’in gidişiyle zayıflayan belli başlı özelliklerini, başka değerli özelliklerle nötrleyebilme imkânını yakalamış olması.

Nihad Djedovic belki Shipp’in Galatasaray’a sağladığı rebound ve savunma katkısını sağlayamıyor ama hücumda ciddi bir çeşitlilik yaratıyor. Her ne kadar çok sevdiğim bir oyuncu da olsa J.Shipp hücumda tek düze bir oyuncu. Ancak Djedovic öyle değil. Djedovic topu aldığı zaman ciddi bir potaya gitme potansiyeli var. İşi daha güzelleştiren ve onu Galatasaray adına fark yaratan bir oyuncuya dönüştüren olay, penetresini yaptıktan sonra pota altına veya dıştaki boş oyuncuya doğru pası çıkartabiliyor olması. Bu da bizlere Nihad’ın basketbol zekâsının ve oyun görüşünün yüksekliğine dair ipucu veriyor. Bu yönüyle vatandaşı Emir Preldzic’e benzetmek yanlış olmaz sanıyorum. Ekstra olarak dış şut tehdidi de Shipp’e kıyasla daha yüksek. Boş şutları sokmakta genel olarak bir problem yaşamıyor Djedovic.

Eksik yönleri de, olumlu yönleri kadar açık aslında. Djedovic’in savunma konusunda ciddi zaafları var ve oyunun bu yönünde Shipp’i mumla aratıyor orası kesin. Ne zaman bir perdeye takılsa, rakibine şut imkânı veriyor veya adam kaçırıyor. Ancak ben bu yönünü de geliştireceğini düşünüyorum. Bu takıma hemen hemen her gelen oyuncunun zaman içinde bu sistemde yoğurularak oyunlarına bir şeyler kattığını görebiliyoruz. Bence Djedovic’in geliştireceği yönü de savunması olacak.

Djedovic’in kontratı şimdilik sezon sonuna kadar ama ben önümüzdeki sezon da onu buralarda göreceğimizi düşünüyorum. Twitter hesabından Galatasaray’da uzun süre kalmak istediğini belirtmiş Bosnalı oyuncu. Uzun süre ne kadar olur onu bilemem ama şahsen Djedovic ve Josh Shipp ikilisinin seneye yan yana oynamasını izlemek istiyorum. Bence birbirlerini tamamlayan ve efektif bir ikili oluştururlar..

ADINI SÜPER KOYMAKLA YETMIYOR !


Ya böyle konuları gündeme getirmek istemiyorum. Hakikaten. Ama yani tutamıyorum artık kendimi. Nedir bu süper final ? hiçkimseye faydası olmayan bir şey olacağı en başından belliydi. 12-16 takımlı liglerin olayı bu. Bizim ligimizde kaç takım var ? bu seneye kadar play-off denilen şeye hiç ihtiyaç duymuşmuyuz ki getirdiler bu sistemi, ligin ilk 2 ayına sıkıştırdılar maçları. Tamamen abuk bir sistemdi. Umarım bu play-off’u savunanlar biraz olsun vicdan azabı çekiyorlardır bugün. Şu play-off sistemi olmasa, Fenerbahçe tribünündeki kareografi skandalı yaşanmayacaktı ve Onur kardeşimizin başına bunlar gelmeyecekti. Bugün İnönü Stadı’nda olanlar tamamiyle skandal. Öncelikle, şunu söylemeden geçemeyeceğim. Hüseyin Göçek’in iyi yönettiği maçların sayısı, kötü yönettiklerinden fazla mıdır acaba ? bunu soruyorum çünkü Hüseyin Göçek’in dört büyüklerin maçlarını yönetmesi için “yetersiz” olduğunu görmek için herhangi büyük bir takımın taraftarı olmak gerekmiyor bence. Zaten bir kaos var. Zaten bu play-off sistemi tamamiyle saçmalık. Herkes gergin. Bir de “yetersiz” bir hakemi derbide görevlendirince bugün sahada olanlar ortada. Sarı kartlar havada uçuşuyor, Quaresma meslektaşına uçan tekme savuruyor, Galatasaray’ın attığı ilk gol, meşhur “sarı çizgi”yi çekince ofsayt olduğu ortada( sadece 34 cm ile ) fakat yardımcı hakem de maalesef görememiş. Taraftarların böyle galeyana gelmesine maalesef alışkınız.

Sezonun son haftalarına doğru Galatasaray-Trabzonspor maçının hakemi Cüneyt Çakır, ilk 20 dakikada yanılmıyorsam “sekiz” tane sarı kart çıkarmıştı ve Galatasaray seyircisinin tepkisini çekmişti. Bu tarz şeyler sineye çekilebilir. Belki. Bir nebze. Ama ırkçılık ? Emre-Zokora arasında geçtiği iddia edilen konuşmalar. Bugün Beşiktaş seyircisinin Eboue’ye olan saldırıları. Galibiyette-yenilgide konuşmamız gereken şeyler bunlar mı hakikaten ? niye şu anda hiç kimse “Fernandes o pozisyonda Quaresma’ya verseydi maçın seyri değişirdi” şeklinde konuşmuyor da küfür kıyamet Emre’ye, Eboue’ye giydiriliyor. Sezonun ilk Galatasaray-Beşiktaş maçında kendisini yere attığı ve hakemi kandırdığı için ona tepki gösterip çakmak yağmuruna tutan, üstüne üstlük kafasına isabet etmediğini düşünüp, kafasını tuttuğu için daha da tepki gösteren Beşiktaş taraftarı, bugün neden sahaya girip Eboue’ye doğru zarar verme amaçlı koşuyorlar ? Tamam kabul ediyorum, maçı yöneten hakem, maçı yönetecek kapasiteye sahip olsaydı Beşiktaş seyircisi bu kadar galeyana gelmeyecekti. Ama bu yaşananlardan dolayı o taç atışını Eboue’nin kullanması gerekirken, niye Sabri kullanmak zorunda kalıyor? Biz futbol seyircisi olarak, Rusya’da bir maçta Roberto Carlos’a muz atıldı. Bu haberi okuduğumuzda, “yuh artık ırkçılığın da bu kadarı!” tepkisi vermedik mi? E bunların ne farkı var ? 100 yılını doldurmuş, tarihi başarılarla dolu, yetiştirdiği futbolcular ortada, e niye hala adeta bir sorumsuzluk abidesi olan Quaresma yerine, Eboue’ye tepki gösteriliyor. Hakikaten konuşmamız gereken şeyler bu değil, olmamalı. Niye Aydın’ın füzesini, Fernandes’in çalımlarını, Mustafa Pektemek’in gayretini konuşmuyoruz ? Niye Hilbert artık kontrol edilemez isyan boyutlarına geliyor hakeme topu fırlatıyor manalı bir şekilde ? Niye Ernst bitiş düdüğünden sonra ayağında olan topu hakeme nişanlamak için yelteniyor? Sonrasında kendisini tutuyor ama dayanamıyor ve topu hakemin gözü önünde yere vuruyor ve sarı kart görüyor ? Bunların sebebi sizce ezeli rakibine kaybetmiş olmanın tepkileri mi ? Belki yüzde yirmisi. E geride kalan yüzde seksende, bu play-off’u getirenlerin, bu hakemi bu maça atayanların ve kendilerini seyirci olarak adlandırmaya gönlümün elvermediği holiganlar. Beşiktaş seyircisi bence takıma verdikleri itici güç konusunda ligin en iyi seyircisi. Ama hakeme verdikleri tepkide sonuna kadar arkalarındayım ama Eboue’ye zarar vermek için sahaya girmek?! İşte bu olmamalı..”Süper” Final denilen şey uygulamaya konmasaydı zaten olmayacaktı ya. Neyse

16 Nisan 2012 Pazartesi

İnönü’de (Süper) Final (Süper) Heyecan!



Aslında cumartesi oynanması gereken bir maçtı bu geceki, şimdi şöyle bir bakıyorum tabloya ve diyorum ki o göle dönüşmüş sahada oynansa daha iyiydi. Galatasaray bugün oynaması gerektiği şekilde oynadı ve 2-0’la kazandı. Beşiktaş ise maçın büyük bölümünde istekliydi ama yapmak istediklerini sahaya yansıtamadı. Önce bir maçın analizini yapalım da, esas konuşulması gereken konulara sonra değineceğim.

Maça hırslı ve istekli başlayan taraf Beşiktaş’tı. Görünen o ki, Tayfur Havutçu hızlı bir başlangıç yaparak bir an önce golü bulmak istedi. Bu bağlamda Galatasaray savunmasını açmak için topu kanatlara yayarak oyunu genişletmek istediler. Aslında doğru bir strateji olsa da, istediklerini başaramamalarının altındaki neden oyuncuların birbirinden kopuk oynaması oldu. Galatasaray Fernandes’i olabildiğince baskı altına alarak Beşiktaş’ın pas trafiğini kesmek istedi ve büyük ölçüde bunu başardı da. Fernandes’in yanında oynayan Veli’nin mücadelesine diyebileceğim hiçbir şey yok ama teknik kapasitesinin böyle önemli maçlar için yetersiz olduğunu düşünüyorum. Oyuncuların takım olarak hücum edemeyip, bireysel olarak bir şeyler üretmeye yoğunlaşması da Kartal’ın efektif olmasını engelledi. Aslında 2-3 güzel pozisyon da yakaladı Beşiktaş ama gerek beceriksizlik, gerekse bencillikten dolayı bunları gole çeviremediler. Özellikle Fernandes gibi ligimizin en asistçi ikinci oyuncusunun 40. dakikalara doğru Quaresma’ya çıkartmadığı top çok şaşırtıcı. Mustafa Pektemek ise istekliydi ama geek fazla yalnız kalması gerekse çok iyi bir gününde olmaması, etkili olmasını engelledi. Mustafa Pektemek falan neyse de, Quaresma artık olacak gibi değil. Maç boyunca hiçbir şey üretememesi bir yana Selçuk İnan’a atmaya çalıştığı uçan tekme kafasının hiç burada olmadığını gösteriyor. O pozisyonda atılmaması da şok edici o ayrı.



Galatasaray ise bugün tam oynaması gerektiği gibi oynadı. Böylesi önemli bir maçta bir deplasman takımının ne yapması gerekiyorsa onu yapmaya çalıştılar. Attıkları 1. Golde Felipe Melo net bir şekilde ofsayt, onu da söyleyelim. Galatasaray Fernandes’e nasıl baskı yaptıysa, Beşiktaş da Selçuk İnan’ı aynı şekilde kilitlemek istedi. Ancak aradaki fark Selçuk’un yanında oynayan Engin’in ve Felipe Melo’nun da iyi top kullanabiliyor olması. Bu nedenle Beşiktaş kadar kilitlenmediler. Tek tek oyuncuları değerlendirmeye ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum, keza bugün Galatasaray adına çok sivrilen bir oyuncu da yoktu. Takım olarak hata yapmadan oynamaya çalıştılar. Ancak Aydın Yılmaz’ın inanılmaz bir gol attığını düşünüyorum. Aydın’ın bu sene kat ettiği yol gerçekten çok etkileyici ve Fatih Terim’in oyuncuları üzerindeki etkisinin canlı kanıtı olarak önümüzde duruyor. Galatasaray’da eleştirmeden geçemeyeceğim iki isim var. Engin Baytar ve Eboue. Engin maç içinde inanılmaz itici oluyor ve rakibin (taraftar ve oyuncu) sinirine dokunuyor. Ancak şuna da dikkat edilmesi gerekir ki, Engin her maç çok fazla darbe alıyor. Kim olursa olsun o kadar darbe alınca insanın siniri bozulur ama Engin’in biraz daha dikkatli olması lazım. Eboue ise bazen çok gereksiz tepkiler verebiliyor. Bu tarz taraftarı galeyana getirecek hareketlerini azaltması gerekiyor.

Ve gelelim esas konuya. Aslında yukarıda yazdıklarımın hepsi hikâye, çünkü futbolumuzun geldiği noktayı bugün çok net bir şekilde gördük. Federasyonların ve yöneticilerin yaptığı hataların futbolumuzu buralara getireceğini görmek çok zor değildi ama buna karşı hiçbir önlem alınmadı. Bu akşam özeline dönecek olursak, hakem bugün kötü bir maç yönetti ve yardımcılarının kurbanı oldu. Ancak her zaman, her koşulda takımını ve renklerini destekleyen Beşiktaş taraftarının bu geceki hali beni şoka uğrattı. Sahaya girip rakibine saldırmaya çalışan taraftarların gözündeki nefret ve kin son derece korkutucu. 3 metre daha koşabilseydi o holigan muhtemelen Eboue’ye veya bir başkasına yumruk atacaktı. Yalnız bu gece İnönü’de yaşanılan olayların kesinlikle sadece bugünle ilgili olduğuna inanmıyorum. Bütün bir sezonun hayal kırıklığı, kendi takımına olan öfke ve hakem hataları birleşince böyle bir tablo oluştu. Maçtan önce Hakkı Yeten’i, Hakkı Baba’yı anan taraftar bile bu hale geliyorsa vay arkadaş. Allah sonumuzu hayır etsin.

Aslında bugün pek bir şey yazmak istemiyordum. Maçın sonunda yaşanan olaylardan sonra insanın futbol konuşası, futbol yazası gelmiyor. Ancak bir şeylerden bahsetmeden geçmek de istemedim. Sonuç olarak bu maçla beraber Galatasaray son 5 haftaya avantajını koruyarak giriyor ve her geçen gün şampiyonluğa daha çok yaklaşıyor. Haftaya Telekom Arena’da Fenerbahçe ile oynayacaklar ve eğer bu maçtan da galip ayrılırlarsa bana göre şampiyonluk kupasına bir ellerini koymuş olacaklar.

Başkanım bana Alssana Diarra!



Yükselen Fenerbahçe – Lassana Diarra dedikodularının üzerine bir şeyler yazmanın vakti geldi. Yıllardır her transfer döneminde adı geçen bir isim Lassana Diarra. Bana göre de her Türk takımının her transfer döneminde şansını denemesi gereken bir isim. Genel olarak takımlarımızın ortasahalarının yeterli düzeyde olmadığını göz önüne alırsak, Diarra gibi üst düzey bir oyuncunun yapacağı katkıyı inkâr edemeyiz.

Ben tekniği zayıf olan defansif orta saha oyuncularını pek tutmuyorum. Eskiden Lorik Cana tarzındaki oyunculara daha sempatiyle yaklaşırdım ama günümüz futbolunun pas trafiğinde bu oyuncu tipinin yerinin giderek azaldığını düşünüyorum. Takımlarımızın da artık bunu değerlendirerek transfer yapması gerekiyor. Lassana Diarra elbette ki tekniği üst düzey bir oyuncu değil, ama oynadığı bölgeye kıyasla bence gayet yeterli. Özellikle de bizim takımlarımız için hayli hayli yeterli. Çünkü Real Madrid’de bir oyuncuyu izleyip beğenmiyor olabilirsiniz, çünkü adamın önünde Ronaldo ve Mesut gibi ayaklarından teknik fışkıran oyuncular oynuyor. Ancak Fenerbahçe gibi bir takımda Diarra’nın yıldızı eminim ki, çok daha parlak olur. Gerçi Mourinho'nun kendisinden neden vazgeçtiğini de pek anlamadım, bence Madrid orta sahası için de iyi bir alternatif. Ancak Coentrao'yu falan da orta sahada kullandığı için, Diarra'ya pek iş düşmeyeceğini düşünüyor demek ki.

Emre’nin geleceğinin belirsiz olduğu, Baroni’nin tek alternatifinin Selçuk Şahin olduğu bir takımda kuşku yok ki bir orta saha oyuncusuna ihtiyaç var. Lass’ın Fenerbahçe orta sahasına katabileceği dinamizm, direnç, mücadele ve aynı zamanda pas yapabilme kabiliyeti son derece değerli. Real Madrid’de oynayan Lass’ın yoğun olarak aldığı eleştiri hücuma yeterince destek verememesi, ki bence de haklı bir eleştiri. Fenerbahçe’de de bu konuda fazla bir yol kat edeceğini sanmıyorum. Yani Diarra’yı orta sahada topu alıp 2 kişiyi çalımlayarak kaleye giderken göreceğimizi düşünmüyorum. Ancak bence kendisinden beklenilen şey de rakip ataklarına daha olgunlaşmadan baskı yapmak, top kazanmak ve bu kazandığı topu dikine verimli bir şekilde oynayabilmek olmalı. Bu dikine oyunun içine yeri geldiğinde biraz top sürerek takım arkadaşlarını rahatlatmayı da dahil edelim.

Ancak çok büyük bir soru işareti var ki, o da bu oyuncunun maliyeti. İspanya’dan gelen haberler Madrid’den 4m Euro alan Diarra’nın Fenerbahçe’den 6.5m Euro istediği yönünde. İşte bu noktada bir durmak gerekiyor. Çünkü 4 milyon Euro bile takımlarımız için çok büyük bir parayken 6.5 milyon euronun değerlendirme dışı kabul edilmesi lazım. Bir oyuncunun maliyeti şu günümüz koşullarında 15 milyon lirayı bulamaz, bulmamalı. Fenerbahçe yönetimi Lassana Diarra’yı kadrosuna katmak istiyorsa, bence bu ücret kesinlikle aşağı çekmesi gerekiyor. 6.5 milyon Euro altına girmek için fazla ağır bir yük.

Lassana Diarra saha içi olarak nokta atış bir transfer olur. Fenerbahçe orta sahasına sınıf atlatır ve etkisini direkt olarak hissettirir. Taraftarın çok sevdiği Appiah’tan da fazla ilgi görür bence. Ancak konuşulan miktarlarda indirime gidilmez ise bu transferin gerçekleşmesini zor görüyorum. Alternatiflerle de dirsek temasını kesmemekte fayda var.

15 Nisan 2012 Pazar

Fenerbahçe'den "süper" başlangıç



34 haftadır devam eden normal sezonun çok fazla bir anlam taşımadığı, ilk 4 sıradaki takımın yerinin bu 6 haftada belirleneceği Spor Toto Süper Final açılışı bugün Kadıköy’de yapıldı. Aslına bakarsak Süper Final açılış maçının cumartesi günü oynanması gereken Beşiktaş-Galatasaray olması gerekiyordu. Ancak bir önceki yazımda yazmıştım, “İnönü Stadı’nın akıbeti ne olacak ?” diye. Cevabını veriyorum : Yoğun yağış yüzünden göl oldu(!) Şaka bir yana, dolayısıyla açılış maçı bu maça sarkmış oldu ve Fenerbahçe, evinde Trabzonspor’u 2-0’la geçerek Süper Final’e kendi adına süper bir başlangıç yapmış oldu.

Fenerbahçe, kendi evinde oldukça etkili oynayan bir ekip ancak kendilerine her daim problem yaratan, ters gelen Trabzonspor’u bu denli rahat, güle oynaya yenmesini çoğu kişi beklemiyordu. Nasıl mı oldu bu durum ? Maça şöyle bir bakarsak, Fenerbahçe’nin “Ah bu da kaçar mı” diyebileceğimiz, %100 gollük çok sayıda pozisyonunun olmamasına rağmen, mental olarak, kazanma arzusu olarak bu maça Trabzon’dan 2-3 kat daha hazır olduğunu, bunun da galibiyeti getirdiğini düşünüyorum. Ayrıca, Fenerbahçe’nin birçok maçta hastalık haline gelen, öne geçtikten sonra geriye yaslanıp ciddi baskı yeme özelliğini bugün göstermemesi, tam aksine öne geçtikten sonra da çok iyi pas yapıp, top çevirip oyun hakimiyetini elinde tutması da, 3 puanı getiren çok önemli bir faktör olmuş oldu.

Peki Fenerbahçe için birçok olumlu şey söyledik, bunda Trabzonspor’un oyununun payı nedir ? Tartışmasızdır ki Trabzonspor’un bu denli kötü oyunu, Fenerbahçe’yi ön plana çıkaran başlıca özellik olmuş oldu. Tamam, şampiyonluk şansınız matematiksel olarak devam etse de mantıksal olarak yok, ama yine de Süper Final’e girmiş, normal ligi 3. bitirmiş bir takımın bu denli kötü oynaması kabul edilemez bir durum. Şöyle bir sahaya bakıyoruz, Colman kayıplarda, sürekli 3 kişinin arasına giriyor baskı yiyor ve top kaybediyor, Zokora kayıplarda, Burak ilerde tek başına, ayağına doğru düzgün top değmedi diyebiliriz. Bireysel kötü performanslara ek olarak, takım olarak da Fenerbahçe’nin pas trafiğine ayak uyduramayıp, çok fazla pas hatası ve top kaybı yapmaları, Trabzonspor’u evine eli boş dönmesine sebep oldu.


Bireysel olarak Fenerbahçe’den Gökhan Gönül’ü bu maçta çok beğendiğimi belirtmem gerekir. 90. dakikada bile rakip korner direğinde bek oyuncusuna baskı yapıp korner kazandıran, bu sezon bir türlü ulaşamadığı geçen sezonki formuna, “ciğersiz” Gökhan Gönül’e, bu maçta geri dönüş sinyalleri verdi Gökhan. Trabzonspor’da ise hiç güven vermeyen takım savunmasına rağmen, tek ön plana çıkan ismin, yaptığı birkaç kritik müdahale ve geçirmediği hava topları ile genç Mustafa Yumlu olduğunu düşünüyorum.

Yazımı noktalarken, Emre Belözoğlu’ya bir parantez açalım. Zokora maç sonrası yaptığı açıklamada, Emre’nin kendisine “pis zenci” dediğini iddia etmiş. Eğer ki Emre böyle bir şey yaptıysa (ki İngiltere’de de ırkçılıkla suçlanmıştı kendisi), bırakın 3-5 maç cezayı, futbol lisansının alınmasını ve Türk futbolunun böyle ahlaklı(!!) bir futbolcudan kurtulmasını temenni ediyorum. Emre’nin bu 1-2 değil kaçıncı vukuatı, eğer bu iddia doğruysa artık yeter… Son olarak da maç öncesi koreografi sırasında ipleri kopan 3D pankartın altında kalan ve ciddi yaralanan Fenerbahçe taraftarına ve maç içerisinde burnu kırılan Burak Yılmaz’a en içten dileklerimle geçmiş olsun diyorum. Futbolun dostluk unsurunu ve Fair-play özelliğini ciddi anlamda unutmaya başladık ne yazıkki…

14 Nisan 2012 Cumartesi

Spor'da profesyonellik..



Şans eseri sporla iç içe bir ailede doğmuşum. Kendimi bildim bileli evde futbol maçları izlenir, tartışmalar çıkar ve dalgalar geçilir. “Ben olsam atardım!” geyikleri döner. Sonra da işin olmazsa olmazı her iki taraf da hakeme bir güzel giydirir. Keyiflidir baştan sona, eğer ki galip tarafsanız daha da hoş.

İşin bir de oynama kısmı var tabi ki.. Ben profesyonel olarak hiç spor yapmadım ama her Türk çocuğu gibi topa vurarak geçti çocukluğumun önemli bir kısmı. Sonra aşağı yukarı ergenlik zamanlarıyla beraber oynama kısmının basketbola kaymasıyla devam etti bu tutku. Benim gibi ya da benden daha fazla süre amatör olarak bu sporlarla uğraşmış herkes sporun o başka hiç bir şeyde yakalanamayacak olan hazzını tatmıştır. İyi hoş da, bir de bunu iş olarak seçtiğimizi düşünelim. Yani keyfi değil de profesyonel olarak spor yaptığımızı. Birçok kişi benim gibi ilk bakışta “cennet” cevabını yapıştıracaktır. Hayatta yapmaktan en çok keyif aldığın şeylerden birini yapacaksın ve de üzerine sana para verecekler. Bir de üzerine ünlü olma ihtimalin var, oh ne ala. Ancak bu “iş”te de hayatın hemen her noktasında olduğu gibi madalyonun diğer bir yüzü var.

Beni bu “sporda profesyonellik” ile ilgili düşünmeye iten şey aslında geçenlerde yaşadığım küçük çaplı bir sakatlık oldu. Yine bir spor kazası yaşayarak ciddi bir şekilde ayak bileğimi burktuktan sonra yapmam gereken fizyoterapi çalışmasını yapmamam sonucu, 2 ay geçmesine rağmen bileğimin bana sıkıntı yaşatması “ulan bu aslında çok ciddi bir iş” düşüncesini oluşturdu. Çünkü biz amatör olarak, spor yapmak için keyif aldığımız için basketbol oynuyoruz. Ancak profesyonel isen senden her maçta aşağı yukarı belli bir standartta performans sergilemen bekleniyor. Çünkü takımın senin o seneki performanslarını satın almış bir kere. Yani sakatlandıysan bir an önce iyileşmen lazım, kendin için olduğundan daha fazla senden bir şeyler beklemesi karşılığında sana para veren takımın için. Örneğin: Amerika’da spora genel olarak bu “entertainment business” olarak bakma durumu çok daha uçuk durumda. Nba oyuncularının ve çok da emin değilim ama beyzbolcuların (bknz. Moneyball) transferlerinde söz hakları bile yok. Tabi oyuncunun Kobe Braynt olmadığı örnekten bahsediyoruz. Utanmasalar köle ticareti şeklinde işletecekler yani sistemi. Düşünsenize gece yatıyorsunuz yatağınıza Çanakkale’de, sabah uyanıyorsunuz ve menejeriniz gelip Adana’ya transfer olduğunuzu söylüyor. Ben Çanakkale’de ev mi tutmuşum, çocuğumu okula mı yazdırmışım, hava civa. Neyse konudan daha fazla sapmayayım.



Şu bir gerçek ki, sporu sadece bir iş olarak gören bir sporcunun üst seviye hedeflere varması çok zor. Allah vergisi çok üst düzey yeteneklere sahiptir, kendisini bir yere kadar taşıyabilir o ayrı. Yoksa profesyonel bir sporcunun yaptığı işi kesinlikle sevmesi gerekir. Her gün yapılan idmanlar, sürekli kontrollü olunması gereken bir beslenme düzeni, belli saatlerde uyuma gerekliliği.. Yaptığın işten zevk almıyorsan bütün bunlar ve bunun gibi onlarca başka şey çekilir mi?

Hemen her iş için genel geçer mantık şudur: işinde iyiysen, iyi para kazanırsın. Ancak ne yazık ki bizim ülkemiz özelinde sporcularla ilgili bunu söyleyemeyiz. Eyvallah futbolcular, basketçiler iyi kazanıyor (hatta hak ettiğinden bile fazla) olabilir ama ya diğer sporlar? Atletizmle uğraşanlar? Sporun içinde oyuncu olarak aktif olabildiğin zaman zarfı zaten çok geniş değil. Belli yaşlardan sonra beyinin istediğini vücut gerçekleştiremez. Aslında sporculuğu seçmek ne denli bir büyük bir risk taşıyor. Üst düzeyde çalışabildiğin yıllarda ne kazandıysan, yanına o kalıyor. Bir de sakatlık problemleriyle uğraşıp, kariyerini erken bitirmek zorunda kalanlar var tabi..

Sözün özü demek istediğim şey şu: o sahalarda izlediğimiz, parkelerde kızdığımız oyuncuların yapmaya çalıştığı şey bizlerin oynadığı oyunlardan çok farklı. Eleştirilerimizde biraz daha hoş görülü ve toleranslı olmaya bakalım. He eleştirimizi yine yapalım, ona bir lafım yok. Ancak eleştirilerimizi aldıkları paraya ve yaptıkları spora saygı göstermeyen, sporun ruhunu oluşturan terin son damlasına kadar mücadeleyi göz ardı eden oyunculara yöneltelim. Yoksa birkaç maç kötü oynadı diye birilerinin kellesini istemek çok kolay. İzlediğiniz kişiye makine muamelesi yapmak çok kolay..